ÜSTADIMIZ ABDULLAH BABA HAZRETLERİNİN MANEVİ IŞIĞINDA YAPILAN PERŞEMBE SOHBETLERİNİN
METNE DÖNÜŞTÜRÜLMÜŞ HALİNE HER HAFTA BURADAN ULAŞABİLİRSİNİZ.
MÜRŞİD-İ KÂMİLLER VE ÖZELLİKLERİ

Âdem Aleyhisselamdan başlayıp günümüze kadar gelen dinin adı İslam’dır. Hristiyanlık ve yahudilik hükmünü kaybetmiştir. Son peygamber ve ahir zaman peygamberi Hazreti Muhammed-ül Mustafa (sav)’nın devri başlamıştır.

Mevlânâ Hazretlerinin ifadesiyle, “Bu pazarda ne İsa’nın ne de Musa’nın akçesi geçer. Bu pazarda Hazreti Muhammed Mustafa’nın akçesi geçer. Üzerinde Hazreti Muhammed Mustafa yazmayan bir akçenin Hak katında hiçbir geçerliliği yoktur.” 

Rabbim inşallahü teâlâ, Muhammed-ül Mustafa’nın (sav) nuruyla yolumuzu aydınlatsın. Onun şefaatiyle kurtuluşumuza vesile ittihaz eylesin. Kabirlerimizi nurlandırsın. Mahşer yerinde Onun nuruyla, inşallahü teâlâ, cennet ve cemâl-i ilâhiyeye ulaşmayı nasip ve müyesser eylesin.

Her şey Allah’ın kuvvet ve kudreti elindedir. Çok da böyle ‘allâme’ olmaya gerek yoktur. Zira nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz. Nasıl amelleriniz varsa karşılığını amelleriniz nispetince görürsünüz, diye Nebevî bir haberle bu şekilde haberdar edilmişiz. Bütün mükevvenat, zerreden kürreye her şey, Allah’ın kuvvet ve kudreti elindedir. Onun dışında hiçbir güç ve kuvvet yoktur.

Onun içindir ki Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur:

“Ey çare arayan! Çare sadece Allah’tadır; sofrandaki lokmanda değil. Ey saadet arayan kişi! Saadet ve huzur İslam’dadır; putlarda, şeytanda ve ona benzer ne varsa bunlarda asla değildir. Ey dünyanın elmasına, armuduna, geçici saltanatına sabredemeyen kul! Bütün kâinattaki nimetleri ayağının altına seren Allah’tan ayrı kalmaya nasıl sabredersin?”

Ünlü mutasavvıf Yahya bin Muâz Hazretleri,

“Ey İnsan! Sinek ısırmasına dayanamıyorsun, yılan sokmasına nasıl dayanacaksın? Dünyanın bir günlük açlığına sabredemiyorsun, Allah'tan ebedi ayrılığa ve cehennemin o korkunç ateşine nasıl sabredeceksin?”

Bütün bu sebeplerin sahibinin Allah-ü Teâlâ Zülcelâl Hazretleri olduğunun şuuruyla hareket etmek, Müslüman olmanın gereğidir. Yani Allah-ü Teâlâ bize, Aşk Eri Mevlânâ Hazretleri gibi bir Müslüman olmayı salık buyuruyor. Rabbim, o iman neşesini bize de lütfeylesin.

Hani diyor ya Mevlânâ Hazretleri,

“Aşk bana geldiği zaman, tıpkı kanın vücuda yürüyüp de bütün zerrelerime ulaştığı gibi, bütün benliğimi Allah’ın kuvvet ve kudreti öyle sarar ki, benden geriye kalan sadece bir isim; onun ötesinde ne varsa hep O’dur.”[1]

“Aşkın sıfatını söylemeye koyulursam yüz kıyamet kopar da yine noksan kalır. Çünkü kıyametin kopacağı bir zaman, dünyanın bir sonu vardır. Fakat Allah sıfatına son nerde? Aşkın beş yüz kanadı vardır. Her kanadı, Arş’tan yer altına kadar bütün kâinatı kaplar.”[2]

Allah’ım, inşallah o neşeyle yaşatsın. Dünyanın ve beden hapishanesinin geçici ihtiraslarına kul etmesin bizi, inşallahü teâlâ.

İnsanın bu iman ve neşeye ulaşabilmesi, ancak o neşeye ulaşmış olanların eliyle mümkündür. Bu zatlar, Peygamber Efendimizin vârisleridir.

Mevlânâ Hazretleri diyor ki:

“Peygamberlere ulaşamadım diye kaygılanma. Zira Allah-ü Teâlâ, rahmetinin gereği olarak, peygamber varislerini bugünkü ‘Ahmet’ olarak karşına çıkarmıştır, haberin olsun.”

Peki, bu zâtlar kimdir?

Onlara “Mürşid-i Kâmil” derler. O mürşid-i kâmiller, Allah’ın yeryüzündeki halifeleridir. Peygamberlerin vârisleridir. Manevi olarak Allah’ın kendisine tabi olmayı nasip ettiği kimseler, o mürşid-i kâmilleri bulurlar ve ona mânen evlat olurlar.

Allah’a doğru insanın bir seyri ve yolculuğu vardır.

Birinci aşamasına “Seyr-i İlâllah” derler.

Seyr-i illallah, kulun Allah’a doğru yolculuğudur. Kişi kendi istidat ve kabiliyeti ölçüsünde belli bir esmaya kadar gelir, Allah’a dost olur. Bu makamdaki veliler bir Berât Gecesi’nden öteki Berât Gecesi’ne kadar Levh-i Mahfuz’dan indirilen gaybî takdirleri bilirler. Bunlar seyr-i ilâllah ehlidir.

İkinci bir zat daha vardır ki, bunlara da “Seyr-i Maallah” derler. Allah ile beraber olan erlerdir. Allah-ü Teâlâ Zülcelâl Hazretlerinin hatırı gayrısında hiçbir şeye ikram ve iltifat etmezler.

Üçüncüsü vardır ki, “Seyr-i Fillah” dediğimiz, kulun Allah’ın sıfatlarıyla hallenmesi, sıfatlarda fânî olmasıdır. Allah’ın neşesinde mest olurlar. Bu makamdakilere “Kümmeleyn Evliyâ” denir. “Vahdet-i Vücut” ve “Vahdet-i Şuhûd” ehli bu zümreden kabul edilir.

Bir de “Seyr-i Anillah” veya “Vahdet-i Anillah” dediğimiz zatlar vardır ki Allah’ın sıfatlarında fani olurlar, Allah-ü Teâlâ’nın bütün kuvvet ve kudretine dair ilim ve bilgilerin sahibi olduktan sonra Allah’ın nuruyla tekrar geri, beşer âleminin içerisine iner. Mânen beşer âleminde peygamber vârisi olarak insanları irşat ve ikaz ederler.

Bu zatlara “Mürşid-i Kâmil” denir. Onlar, Allah’ın yeryüzündeki halifeleridir. İnsanları mânen irşat eden peygamber vârisleridir.

Rabbimiz Zülcelal ve Tekaddes Hazretleri:

“İnsanlar yanıldığında onlar yanılmazlar. Onların sözleri peygamberlerin sözleri gibidir. Yeryüzünde beşere azap ve gazap edeceğim zaman onları hatırlarım da, onların hürmetine, onların üzerinden bela musibeti kaldırırım ve kullarımın rızıklanmasını da onları vesile ederek veririm.” buyuruyor.

İşte bunlar, mürşid-i kâmil olan zatlardır.

Efendim Cennet Mekân da (rahmetullahi aleyh) böyle bir zat-ı muhteremdi.

Kardeşlilerim,  yeryüzünü şu anda dolaşın, binlerce “Ben mürşid-i kâmilim.” diye kendini satanı görürsünüz. Ama hakikat şudur ki; yeryüzünde şu anda bir tane bilr mürşid-i kâmil yok. Eğer bir tane mürşid-i kâmil olsaydı, Kâinatın Sahibi, yağmuru arzın üzerinden kesmezdi. Bu kadar cinayet, ırza geçme, namussuzluk ve hayâsızlıklar olmazdı.

İşte bütün şu anda yaşanan sıkıntılar ve sancılar, Mehdi Resul’den önce mürşid-i kâmillerin âlemden çekilip velâyet makamının boş kalmasından kaynaklanmıştır.

Üstadımız (rahmetullahi aleyh) şöyle buyururdu:  “Biz himmet ve feyzi manevî olarak aktarırız evlâdım.”

Bakın meseleyi şöyle anlayın: Nasıl ki şeytan (aleyhillâne) insana gelip vesvesesiyle insanı kandırdığı gibi, Allah-ü Teâlâ, Hak cephesinden mürşid-i kâmillerin himmet ve feyzlerini kullarına ulaştırır.  Ayet-i kerimede Rabbimiz bunu şöyle anlatıyor:

“İmanı kalplerine yazdığımız ve onları kendimizden bir ruh ile desteklediğimiz kimseler…”[3] İşte o zatlar, mürşid-i kâmil olan zatlardır.

Rahmetullahi Aleyh Üstadımız öyle derdi. Keşfi olan, rüyalarda görenler veyahut da bunu tecrübe edenler bilirler ki; mâneviyatın hastanesi vardır, mâneviyatın hapishanesi vardır. Maneviyatın cezaî müeyyide uyguladığı alanı da vardır.

Cennet Mekân Abdullah Babam ile yaşadığımız bir hatırayı sizinle paylaşayım:

Birisi geldi, “Efendim, benim dilimin ucu yara oldu. Şöyle bir tükürüğünüzü sürer misiniz?” dedi.

(Babam) “Evladım, bir daha yalan konuşma?” dedi.

Biz de “Efendim, bu cevabın hikmeti nedir?” diye sual edince:

“Oğlum, mânevi terbiyeye yetkili olan zatlar, (mürşid-i kâmiller) eğer derviş yalan söyler veyahut küfredecek olursa… Yalan söylese dilinin ucuna dokunurlar, gıybet edecek olursa dilinin yanına dokunurlar. Bir anda ağzı yara olur.” dedi.

Bakın, bunu tecrübe edin. Böyle bir şeyi görürseniz hemen “Sübhânallahi ve bihamdihî sübhânallahil azîm ve bihamdihî estağfirullah” üç kere deyin, ağzınızdan o şey kaybolur.

Mürşid-i kâmilden bahsediyorum efendiler. Çaycı, çorbacı, efendime söyleyeyim, şekilci şemalci adamlardan bahsetmiyorum. Mürşid-i kâmiller böyle zat-ı muhteremlerdir.

Üstadım Rahmetullahi Aleyh, “Mânevi olarak muhakkak sığaya çekeriz oğlum.” derdi. Geldin, evde hanıma el kaldırmak… Hele hele mâneviyatta mümkün değildir, asla kabul edilmez. Böyle kaldırıp da el vesaire vurduğun zaman, muhakkak ve muhakkak Cennet Mekân derdi ki: “Bir başkasını da ona bela ederler oğlum.” Yani insan başıboş değildir. “Dervişim” diyen insan başıboş değildir.

O mâneviyat erinin himmet ve feyzi altında bu şekilde, yavaş yavaş derslerini çektikçe, namazlarını kıldıkça, tekâmül ettirirler insanı. Mânen bu şekilde götürürler.

Onunla da kalmaz, evladü iyâlini de hıfzu muhafaza altına alırlar. Şu anda can güvenliği var mı dışarıda? Mal güvenliği var mı? Evlatlarınız güvende mi… Okulların önünde aileler beklemiyorlar mı? Niye? Çocuklarını alıp getirmek için. Biz çocukken, bir mahalleden bir başka mahalleye, elimizde çanta okula giderdik. Kimse kimseye dokunmazdı. Ama şimdi Allah muhafaza etsin öyle kötü hale geldik ki…

İşte diyorum ki bir mürşid-i kâmilin eteğine sıkı yapışın. Üstadım rahmetullahi aleyh “Evladım, kümesinizdeki tavuğunuzdan mesulüz.” buyururdu.

Dervişinde haline ve durumuna çok dikkat etmesi lazım. 

Ubeydullah Ahrar Hazretleri[4] şöyle diyor:

“Ey ‘dervişim’ diyen kişi! Aklını başına al, aklını başına devşir. Sakın, kalpleri köhnemiş adamlarla beraber olma. Zira onunla beraber olacak olursan, gönül âlemin viraneye döner de huzursuz kalırsın; öyle ki, ibadetlerini dahi terk edersin.”

Kimle oturduğumuza, kalktığımıza dikkat edeceğiz. Manevi yolculukta, kimlerle birlikte olduğumuz, kimlerle sohbet ettiğimiz çok önemlidir. Yanlış arkadaşlıklar, kötü sohbetler, insanın manevi dünyasını olumsuz etkileyebilir, hatta ibadetlerini terk etmesine neden olabilir. Bu nedenle, manevi yolculukta doğru arkadaşlıklar kurmak, doğru sohbetlerde bulunmak büyük bir öneme sahiptir.

Bayezid-i Bistamî Hazretleri (rahmetullahi aleyh) bir gün sohbet meclisinde otururken dedi ki:

“Evladım, kalbimize sekîne gelmiyor, bir kasavet kapladı. Şöyle içeriye bir bakın, gafillerden, münafıklardan bir adam mı girdi?” Şöyle baktılar, “Yok efendim” dediler. “Sübhânallah” dedi. Şöyle duruyor, tekrar bu sefer keşfen dedi ki: “Evladım, şu bastonun olduğu yer var ya, oraya bir bakın.” Baktılar, efendim, falanca zatın bastonu varmış. Orada bir münafık varmış, onun bastonu varmış. “Hemen atın dışarıya” dedi. Yani eşya bile insan üzerine tesir ediyor.

Nasıl olmasın?

Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam Hazretleri, Arafat’tan Müzdelife’ye giderken, “Vadi-i Muhassır” denilen bir yer vardır. Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam oradan geçerken sahabelere dedi ki: “Hadi, hızlanın bakayım şurada.” Beraber hızlıca geçtiler. Dediler ki: “Ya Rasulullah, niye böyle hızlandınız?” deyince; “Allah-ü Teâlâ, Ebrehe’nin ordusunu burada helak etti. Onun helak olduğu bir yerin sıkıntısı ve meşakkati size sirayet etmesin diye çabuk geçirdim” buyurdu. İnsan, oturduğuna, kalktığına, bulunduğu yere, yaptığı işe dikkat etmek mecburiyetindedir.[5]

Çünkü Allah’ın dostlarına insan hürmet ettikçe, onlarla oldukça, kendi kemâlâtında büyük zirvelere ulaşmak vardır. Öteki türlü Allah muhafaza etsin, gaflet çamurunun içinde bocalar da bocalar.

İmam Gazali Hazretleri "İhyâu Ulûmi'ddîn" adlı eserinde, "Kitâbü'l İlim" bölümünde:

"Geçmiş ümmetlerden bir adam vardı. Ömrü boyunca günah işledi. Öldüğünde melekler onun amel defterinde bir iyilik bulamadılar. Ancak Allah-ü Teâlâ meleklere: 'Kulumun amel defterine bakın, belki bir veliye saygı gösterdiği bir an olmuştur.' buyurdu. Melekler baktılar ve bir defasında bir velinin yanından geçerken ona saygı gösterip kenara çekildiğini gördüler. Allah: 'Onun bu hürmetini kabul edin ve onu cennete koyun.' buyurdu."

Neye hürmet ettiğinize, neye etmediğinize de bu şekilde dikkat edin.

Enes bin Mâlik (ra)'dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

“Allah'ın öyle kulları vardır ki, eğer Allah'a yemin etseler, Allah onların yeminini yerine getirir.”[6]

İbrahim bin Ethem Hazretleri giderken, İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri talebelerini okutuyordu. İbrahim bin Ethem Hazretlerini görünce, hemen İmam-ı Âzam talebelerine dedi ki: “Kalkın ayağa.” Hemen ayağa kalktılar. İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri büyük bir hürmetle karşısına geçmiş, el bağlamış. Etraftakiler: “Sen, koskoca ümmetin imamısın. Yani İbrahim bin Ethem, tamam Allah’ın veli kulu olabilir ama bu kadar da değil.” Deyince dedi ki: “Efendiler, o Allah’ın zâtına yâr olmuş bir Allah eridir. Biz ise hâlâ ‘kalû kîl’ ile lafla sözle uğraşan insanlarız. Onun için Allah erlerine hürmet edin, tazimde bulunun.”

Peygamber Efendimiz (sav) "Kim bir âlime ikram ederse, bana ikram etmiş olur."[7] buyuruyor.

Kemâlât ehli olabilmeniz, ahir zaman fitnelerinden kurtulabilmeniz için bunlar şarttır.

Mevlânâ Hazretleri öyle diyor: 

Ger seng bâşî yâ mermer, bend-i kemer-i bendegî bend

Tâ konedt ân yegâne devrân, durr u mercân u gevher.

Taş da olsan, mermer de olsan, kulluk kemerinin bağını (bir mürşidin eteğine) bağla ki, o devrin yegânesi (Allah eri) seni inci, mercan ve cevher (kıymetli taş) yapsın."

Haftada bir defa buraya geliyorsunuz ve burada Allah-ü Teâlâ Zülcelâl Hazretlerini zikrediyorsunuz. Şöyle anlamayın efendiler, şöyle anlamayın: “Ben buraya geliyorum da Allah’ı zikrediyorum.” E vallâhi, O Allah nasip etmezse sen burada “Allah” diyemezsin. Onun için Mevlânâ Hazretleri diyor ki: “Eğer sana dost kapısı açıldıysa, kıymetini bil! O yüzüne dost kapısı kapananların düştükleri halleri, durumları görsen, ah vahlarından onların yüzüne bakamazsın.”

Sakın ha, gaflet içinde bulunmayalım. Beş vakit namazımız ve verilen evrâd-ı şerifeler, dersler; bunlara ehemmiyet gösterin. İnsanlara da bunları öğütleyin ve anlatın. Bakın, yarınlarımız daha karanlık geliyor, daha kötü geliyor. Nefes alamayacağımız noktalara doğru gidiyoruz. Onun için sakın derslerinizde gevşeklik yapmayın. Allah’ın zikri mevzubahis olduğu zaman; top oynamayı, diziye bakmayı, film seyretmeyi, şunu bunu… Bunların hepsini bir tarafa atın.

Eğer Allah ve Resulü size her şeyden kıymetli gelmiyorsa o imanda sıkıntı var demektir. O iman seni hiçbir yere götüremez. Yani Allah'a imanın, evinden seni Allah'ı anmaya getiremiyorsa, kusura bakma o iman seni cennete götüremez. Allah muhafaza etsin.

Allah’ım, rızasından ayırmasın. Üstadımız Abdullah Babamızın himmetinden, feyzinden, bereketinden bizleri ayırmasın inşallahü teâlâ. Rabbimize böyle niyaz ediyoruz.

Bayezid-i Bistamî Hazretlerine geldiler, dediler ki:

“Efendi Hazretleri, bize bir nasihat etsen?” O da dedi ki: “Evladım, Allah erleriyle, Allah dostlarıyla beraber ol. Zira Allah-ü Teâlâ Zülcelâl Hazretlerinin nazargâh-ı ilâhîsi olan kalp, Allah dostlarının kalbidir. Bir günde 360 kere nazar eder. Olur ya, sen de Allah’ın dostlarını sevecek olursan, Allah-ü Teâlâ nazar ettiğinde seni de o gönülde görürse, sen de dostlardan sayılırsın.”

İmam-ı Rabbânî Hazretleri (rahmetullahi aleyh) bir dervişine nasihat ederken diyor ki:

"Evladım, muhabbetimizde noksanlık olup da amellerde ziyadelik olsa, o ameller boştur. Fakat muhabbetimizde ziyadelik olup da amellerde noksanlık olsa, o muhabbet, noksan olan amelleri tamamlar ve kemâle erdirir."[8]

Anlıyoruz değil mi kardeşim?

Bakın bunlar bu yollarda çok önemli nasihatlerdir. Bu nasihatleri anlamayı, idrak etmeyi, şuur etmeyi, yaşamayı Rabbim bizlere nasip ve müyesser eylesin. O neşeyle yaşatsın, o neşeyle de ölelim inşallahü teâlâ.

Allah hepinizden razı olsun. Geceniz, cumanız mübarek olsun. Allah'a emanet olun kardeşlerim.

-

[1] Dîvân-ı Kebîr, 228. beyit

[2] Mesnevî'den (V, 2189-2191)

[3] (Mücâdele Sûresi, 22. ayet).

[4] Ubeydullah Ahrâr Hazretleri (k.s.) (1404-1490), Nakşibendî yolunun büyük velîlerinden ve önemli bir Horasan erenidir. Semerkant'ta yaşamış, ilim, irfan ve sosyal adalet konularındaki hizmetleriyle tanınmıştır.

 [5] İbn-i Abbas (r.a.)'dan gelen bir rivayet: "Resulullah (s.a.v.), Muhassır vadisinden hızlıca geçti ve 'Burada Allah, Ebrehe'yi ve ordusunu helak etmiştir. Onların azabının izlerinin size sirayet etmesinden korkarım.' buyurdu." Bu rivayet, Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde (1/230) ve Taberânî'nin el-Mu'cemü'l-Kebîr'inde (11/400) geçmekte olup, bazı alimlerce hasen (güzel) kabul edilmiştir.
Vadi-i Muhassır'ın Konumu: Arafat ile Müzdelife arasında, "Müzdelife sınırları içinde" kabul edilen bir vadidir. Hacılara, buradan hızlıca geçmek sünnettir.

[6] (Buhârî, Eymân, 23; Müslim, Îmân, 230)

[7] Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs

[8] Mektûbât, 1. Cilt, muhtelif mektupların özeti

Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK kapsamında toplanıp işlenir. Detaylı bilgi almak için Veri Politikamızı / Aydınlatma Metnimizi inceleyebilirsiniz. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.