SORU ARA

SORULAN SORU

Özellikle ateistlerin takıldığı kader olayını açıklar mısınız?

CEVAP



İmanın altıncı şartı olan kader İslam tarihi boyunca bütün inanların fikirlerini uzun süre meşgul etmiştir.  Büyük müçtehitler kader bahsine özel alaka göstererek yakından ilgilenmişler imanın şartı olan kaderin Allah (cc) iman eden her bir Müslümanın kabul etmesinin zaruri olduğu üzerine fikir birliğinde bulunmuşlardır.

Peygamber Efendimiz (sav) Hz.leri;

"Kadere inanmak, iman esaslarındandır." [1]

"Kadere inanmayan imanın gerçeğine erişmez." [2]

"Kaderi inkâr edenin İslam’dan nasibi yoktur." [3] buyurmuşlardır.

Hemem hemen hepimiz günlük yaşantımızda birçok kez kader kavramıyla karşı karşıya kalmaktayız.

“Ne yapalım kaderim böyleymiş” “ Kader kurbanı olduk” “ Ben böyle kader ne diyeyim “ “ kader utansın” “kader yüzümüzü güldürmedi” gibi herkesin eninde sonunda yakalanacakları bir olumsuzluktan bahseder gibi kaderden bahsettiklerine şahit olmuşuzdur. Kimin başına kötü bir şey gelse, kimin işleri bozulsa kader aklımıza geliyorken iyi bir şey olduğu zaman kimsenin aklına kader gelmemektedir.

 “Her şeyin hazineleri O’nun nezdindedir ve her şeyi belli bir ölçü (kader) dâhilinde indirir.” [4]

Her şeyin muayyen bir ölçüsü, bir başlangıç noktası, bir bitiş çizgisi, bir sınırı,  göremiyor olsak da etrafını çevreleyen bir kalıbı vardır. Allah (cc) her şeyi bir kader üzere yaratmıştır.

Peki nedir Kader;

Kader; Allahu Teala Zül celal ve Tekaddes Hazretleri ezelde Kâinatta, olacak şeyin zamanını, yerini, özelliklerini ve nasıl olacağını, henüz onlar olmadan Allah'ın ezelde bilip Levh-i mahfuza kaydetmesidir.

“Şüphesiz ki biz, her şeyi (Levh-i Mahfûz’da yazılmış) bir kadere (muayyen bir ölçü) göre yarattık.”[5]

Kısacası kader "Allah’ın, olmuş olacak her şeyi bilmesi" demektir. Burada inançsızların takıldığı nokta Allah istediğinden ötürü biz bir şeyleri yapmıyoruz. Bilmek ayrı, yapmak ayrıdır. Bilen Allah’tır, yapan kuldur. Allah, insanın önüne birçok seçenek koymuştur. İnsan kendi iradesini kullanarak, hangi yolu tercih ederse, Allah onu yaratır. Dolayısıyla sorumlu olan insanın kendisidir. İşte kader dediğimiz mesele kulların cüzi iradeleriyle ortaya koyduklarına Allah’ın dilediği anda müdahale edip te hükmüne bağlamış olduğu hadisedir.

Allah'ın ezelde takdir ettiği şeyleri zamanı gelince bu takdire uygun olarak yaratmasına da kaza denir. Bir başka tarif ise bu ezelde takdir edilmiş ilahi planın takdir edilmesine kader, icra edilmesine kaza yani yerine getirilmesine denir. Kader Allahu Teâlâ’nın ilim sıfatına Kaza ise kudret sıfatına dayanmaktadır.

Allah’ın zatında olan ilmi vardır bir de Allah’ın Levhi mahfuza yazmış olduğu bilgi vardır. Allah’ın Levh-i mahfuza yazmış olduğu ilim Allaha kulların talepleriyle kulların güzellikleriyle kulların fenalıklarıyla değişebilir.

"Allah (o yazıdan) dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Ana kitap (olan Levh-i Mahfûz) ise O’nun katındadır." [6]

Allah’ın katında bu ilim bu şekilde değişebiliyor ama Allah’ın zatı Ulûhiyetinde bu ilim asla değişmez. Bu Levh-i mahfuzdaki değişme olayının dahi değişeceği Allahu Teâlâ’nın Zatı ilminde mevcuttur.

“Benim katımda söz değiştirilmez” [7]ifadesinden maksat budur.

Abdulvahid Bin Süleym’den (ra) rivayet edildiğine göre, şöyle demiştir:

Mekke’ye geldim, Atâ b. Ebî Rebah’la karşılaştığım da kendisine:

“Ey Ebû Muhammed (sav)!" Dedim. "Basralılar kader konusunda dengesiz şeyler söylüyorlar ne dersin?” Dedi ki:

“Evladım Kur’an okuyor musun?”

Ben de "evet" dedim, Zuhruf Suresi’ni oku dedi; Bende:

“Ha mîm, düşün gerçekleri ortaya koyan bu kitabı, onu düşünüp kavrayabilesiniz diye Arapça olarak indirdik O Kur’ân katımızda bulunan ana kitapta (Levh-i Mahfuz'da) mevcut olup şan, büyüklük ve hikmetlerle doludur” diye Zuhruf Sûresi'nin dört ayetini okudum.

Bunun üzerine Ana kitap (Levh-i Mahfuz) nedir bilir misiniz? Dedi.

“Bilmiyorum” dedim. Dedi ki:

“O Allah’ın (cc) gökleri ve yeri yaratmadan önce yazmış olduğu bir kitaptır ki; içerisinde Firavun ‘un cehennemlik olduğu ve Ebû Leheb’in tüm imkânlarıyla yok olup gideceği de vardır.” [8]

Bir gün Hz. Ömer Şam'a doğru yola çıktı. Serg denilen yere varınca, kendisini orduların başkomutanı Ebû Ubeyde İbni Cerrâh ile komuta kademesindeki arkadaşları karşıladı ve Şam'da veba hastalığı baş gösterdiğini ona haber verdiler.

Hz. Ömer ona:

– Bana ilk muhacirleri çağır, dedi; ben de onları çağırdım. Ömer, onlarla istişare etti ve Şam'da veba salgını bulunduğunu kendilerine bildirdi. Onlar, nasıl hareket edilmesi gerektiğinde ihtilaf ettiler. Bazıları:

 – Sen belirli bir iş için yola çıktın; geri dönmeni uygun bulmuyoruz, dediler.

Bazıları da:– Halkın kalanı ve Rasulullah’ın ashabı senin yanındadır. Onları bu vebanın üstüne sevk etmenizi uygun görmüyoruz, dediler.

Bunun üzerine Hz. Ömer:

– Yanımdan uzaklaşınız, dedi. Daha sonra:

– Bana ensarı çağır, dedi; ben de onları çağırdım. Fakat onlar da muhacirler gibi ihtilâfa düştüler. Hz. Ömer:

– Siz de yanımdan gidiniz, dedi. Sonra:

– Bana Mekke'nin fethinden önce Medine'ye hicret etmiş olan ve burada bulunan Kureyş muhacirlerinin yaşlılarını çağır, dedi. Ben onları çağırdım; onlardan iki kişi bile ihtilaf etmedi ve:

– Halkı geri döndürmeni ve bu vebanın üzerine onları götürmemeni uygun görüyoruz, dediler.

Bunun üzerine Hz. Ömer insanlara seslendi ve:

– Ben sabahleyin hayvanın sırtındayım, siz de binin, dedi.

Ebû Ubeyde İbni Cerrâh:

– Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun? dedi.

Hz. Ömer:

– Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebû Ubeyde! Evet, Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersin, senin develerin olsa da iki tarafı olan bir vadiye inseler, bir taraf verimli diğer taraf çorak olsa, verimli yerde otlatsan Allah'ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Allah'ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?

İbni Abbâs der ki:

– O sırada, birtakım ihtiyaçlarını karşılamak için ortalarda görünmeyen Abdurrahman İbni Avf geldi ve şöyle dedi:

– Bu hususta bende bilgi var;

Rasulullah (sav):

"Bir yerde vebâ olduğunu işittiğinizde oraya girmeyiniz. Bir yerde vebâ ortaya çıkar, siz de orada bulunursanız, hastalıktan kaçarak oradan dışarı çıkmayınız" buyururken işitmiştim.

Bunun üzerine Hz. Ömer Allah'a hamd etti ve oradan ayrılıp yola koyuldu.[9]

Bu olaydan da anlaşılacağı üzere Allahu Teâla insanlara bir irade vermiş bu irade tezahürü olarak tedbir almayı bizlere öğütlenmiştir. Buda bizim kaderimiz diyerek yaşanabilecek olaylara kayıtsız kalmak doğru bir anlayış değildir.

Ebu Huzameden: Dedim ki: Ey Allah'ın Resulu, okunuyoruz, ilaçla tedavi oluyoruz ve korktuğumuz şeylerden korunmak için tedbir alıyoruz. Bütün bunlar Allah'ın kaderini bizden çevirir mi?

Allah Resulü buyurdu ki:

Bunlarda Allah'ın kaderidir." [10]

Hz. Ali'nin yıkılmak üzere olan bir duvarın yanından hızla uzaklaştığını gören biri sorar:

" Allah'ın kazasından mı kaçıyorsun? Hz. Ali 'nin cevabı şöyledir.:

"Evet, Allah 'ın kazasından kaderine kaçıyorum."

İnsan kâsib, yani bir işi yapmak isteyendir. Allah ise hâlıktır, yani, o şeyi yaratan, var edendir. Buna göre insan, hayır veya şer, neyi isterse, Allah, onu yaratır. İnsanın işte kendi iradesi ile seçtiği bu isteği, sorumluluğunun esasını oluşturur.

İnsanın, kendisinin serbest bırakıldığı ve sorumlu tutulduğu alanda yapıp ettiklerinin, ezelde Allah tarafından belirlendiğini iddia ederek buna kader adını verip sorumluluktan kaçmaya çalışması, en hafif tabirle, Cenab-ı Hakk’a yaptığı bir bühtandır .[11]

Allah-u Teala’nın meydana gelen her işte iradesi bulunmakla birlikte, rızası sadece iyi olan davranışlardadır. Bir hocanın gayesi, talebesinin başarılı olup sınıf geçmesidir. Talebe çalış­maz ise hocanın yapacağı bir şey yoktur. Yine bir doktorun vazifesi de, hastasını şifaya kavuşturmaktır. Hasta, verilen reçeteyi tatbik etmez ise, gelişen menfi neti­ceden kendisi mesul olur. Doktora herhangi bir suç isnat edilemez.

Bir kimsenin kötü bir yola düşüp de: "Ne yapayım, kaderim böyle imiş!" demesi, ancak gafleti sebebiyledir. Namaz kılmak isteyen bir kimseye Cenab-ı Hak, kılma sebeplerini ihsan eder; kılmak istemeyenlere de mâni sebepler vererek kıldırtmama tecellisinde bulunur. Dolayısıyla insanın kadere bühtân ederek kendisini mazur göstermek istemesi, hak ve hakikate karşı işlenen bir haksızlıktır.

Hasan Basrî (ö.110) Emevi Halifesi Abdulmelik b. Mervan (ö. 86)’a yazdığı, kaderle ilgili risalede, kendi hatalarını kadere, yani Allah’a havale edenlerin yanılgısını, Hz. Âdem ve Hz. Musa örneğinden hareketle göstermiş. Her iki peygamberin işledikleri hatalardan dolayı Allah’tan af dilediklerini (A’râf, 23; Kasas, 15-16.) belirterek onların, “Başımıza gelenler senin kaza ve kaderindir” şeklinde bir mazerete sığınmadıklarını ifade etmiştir.

Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah'tan başka yardımcıları da yoktur.[12]

Allah-u Teâlâ dünya ve âhiret nimetlerinin birtakım sebeplerle meydana gelmesini ezelde takdir etmiş ve şarta bağlamıştır.

Öyle ise onların sebepsiz meydana gelmesini arzu etmek, İlâhî kanunlara zıttır. Allah’tan herhangi bir nimeti istemenin yolu, onun sebeplerini yerine getirmektir. 

Allah’tan çocuk istemenin yolu evlenmek, meyve istemenin yolu ağaç dikmek olduğu gibi, Cennete girmenin yolu da İlâhî emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmaktır. Bunların hepsi Allah’ın takdiridir. Bizler, kadere iman eden kimseler olarak, bu İlâhî takdire boyun eğmek ve istediğimiz nimetlerin sebeplerine teşebbüs etmek durumundayız. Ağaç dikmeksizin meyve istemek gibi, ibâdet etmeksizin ebedî saadet beklemek de takdire karşı gelmektir ve cezası, o nimetten mahrum kalmaktır.

İhya’ da der ki:

Eğer: kaza ve kaderin geri çevrilmesi mümkün olmadığı halde dua etmenin faydası nedir?

Denirse şöyle cevap veririz; Rahmetin celp edilip belanın geri çevrilmesi hususunda duanın bir sebep teşkil etmesi de kaza ve kadere dâhildir. Bu bakımdan dua bir kalkana benzer. Gelecek okları bertaraf etmek için kalkan taşımak da kaderi kabul etmiş olmakla çelişmez. İşte dua da böyledir. Allahu Teala bir şeyin olmasını takdir buyurduğu gibi o şeyin sebebini de takdir buyurmuştur. [13]

Kader mevzunda fazla ileriye gitmeden yeteri bilgi edindikten sonra bırakmak gerekir ki Peygamber Efendimiz (sav) Hz.leri;

“Kader hakkında fazla konuşmayın, çünkü sizden evvelkilerin çoğu ondan kaybetmiştir.” [14] buyurmuşlardır.




[1] Ebu Davud, Tirmizi

[2] Nesai

[3] Buhari

[4] Hicr Suresi 21

[5] Kamer Suresi 49

[6] Rad Suresi 39

[7] Kaf Suresi 29

[8] Tirmizi

[9] Buhari.

[10] Tirmizi- Tıb 21

[11] Suç yükleme

[12] Rad, 11.

[13] Ruh’ul Beyan 9. Cilt

[14] Tirmizî, Kader, 1




Okunma Sayısı : 6031

Soru Tarihi: 8/24/2018

Yorumlar
Bu soruya ait yorum bulunmamaktadır.
Bir Yorum Yazın
Adı Soyadı *
E-Posta *
Yorum *