Sayfa Yükleniyor

Abdullah Baba Hz.lerinin 11. Vuslat Töreninden Nuri KÖROĞLU Hocamızın Konuşması

Elhamdülillahi Rabbil âlemin. Vel âgîbetü lil müttegîn. Vessalatü vesselamü alâ seyyidina ve nebiyyina ve şefîînâ Muhammed. Ve alâ âlihî ve sahbihî ecmâîn.

Euzü billahimineşşeytânirracîm Bismillahirrahmanirrahim

“Yâ eyyühellezine âmenüttegullahe ve künümeassadigîn” sadegallahül azim…

Muhterem Üstadımız Abdullah Gürbüz Kaddesallahul Aziz Hazretlerinin ahirete irtihalinin 11. yıldönümü münasebetiyle toplanmış bulunmaktayız. Rabbim manevi istimdatları ile gönüllerimizi pür nur eylesin. Uzaktan ve yakından binlerce kardeşimiz ile Abdullah Babamızın manevi daveti üzerine bir araya geldik. Onlar davet etmeselerdi biz buraya gelemezdik.

Biz hep yazı yazanı kalem olarak biliriz de kalemi tutan eli asla ve asla görmeyiz. Bunu şunun için söylüyorum: Vaktiyle Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerinin bir dervişi Mübareğin ziyaretine geliyor. Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri o dervişe, “Evladım, bizi sevdiğin için mi geldin yoksa biz seni sevdiğimiz için mi buradasın?” diyor. Derviş, “Efendim, ben sizi çok seviyorum. Onun için geldim.” diyor. Derviş, bu hadise yaşandıktan bir yıl sonra Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri ile karşılaşıyor. Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, “Ne oldu oğlum, bizi sevmiyor musun artık?” deyince o derviş hatasını anlıyor, “Aman efendim, himmet buyurun. Bir yıldan beri sizin yanınıza gelmek için uğraşıyorum da bir türlü nasip olmadı. Efendim özür dilerim. Siz seviyormuşsunuz da biz onun için geliyormuşuz.” diyor. Evet, onun için onların manevi davetleri üzerine bugün buraya geldik.

Cennet Mekan buyururlardı ki “İsteyen değil istediklerimiz gelir evladım.” Rabbime hamdü senalar ediyorum. Böyle bir meşayıhın davetinde bizleri bir araya getirdi. Aşk Eri Mevlana’mız öyle diyor, “Seviyorsanız biliniz ki seviliyorsunuzdur. Eğer onlar sevmeseydi siz zaten sevemezdiniz.” Rabbim yollarından ayırmasın inşallah.

Bir Arabî geldi. Efendimiz aleyhissalatü vessalam Hazretlerine dedi ki, “Ya Rasulullah! Bize şu kimse hakkında bilgi verir misin? Bu kimse, bir kişiyi bir topluluğu çok seviyor da onlar gibi olamıyor, onlar gibi amel işleyemiyor.” Efendimiz aleyhisselatü vesselam kıyamet sabahına kadar bütün müminleri mutlu edecek şu müjdeyi verdiler, “Kişi sevdiği ile beraberdir.”

Onun için biz Hazreti Muhammed aleyhisselatü vesselamı da Ebu Bekir radıyallahu anh Hazretlerini de Hazreti Ömer Efendimizi, Hazreti Osman Efendimizi, Ali Efendimizi, sahabeyi kiram hazeratını, tabiin, tebeüt tabiin, İmamı Âzamlar, Şâfiler, Mâlikiler, Hanbeliler, Davud-u Tâîler, Maruf el-Kerhiler, Cüneydi Bağdâdiler, Geylaniler, Rufailer, Kuddusi Babalar, Somuncu Babalar, Mevlanalar, Emir Sultanlar, Üftadeler, Aziz Mahmut Hüdai Hazretleri ve hakeza ve hakeza hepsini seviyoruz.

Rabbim yolundan ayırmasın inşallah. Rabbim kendisinden razı olsun. Cennet Mekân Abdullah Babam, “Efendimiz aleyhisselatü vesselamın ashabı suffesi Efendimizden manevi olarak almış olduğu terbiyeyi, edep ve adabı silsile yoluyla günümüze kadar aktardılar. Ben de size emanetimi tevdi ettim. Oğlum bundan sonrası size ait.” derdi. Bunu şunun için söylüyorum, ahir zaman fitnelerinin içerisine düştüğümüz şu zaman diliminde sahte şeyhlerin, sahte hocaların, sahte profesörlerin ayyuka çıktığına ve binlerce, milyonlarca insanı arkasından sürüklediğine şahit oluyoruz. Kimi şefaati inkâr ediyor, kimi zikri inkâr ediyor, kimi evliyayı inkâr ediyor, kimi sünneti Rasulullahı inkâr ediyor… Rabbim bunların şerlerinden hıfzı muhafaza eylesin.

Onların arkasında gidenler için de Geylani Hazretleri öyle diyor, “Kuşlar kendi cinsleriyle beraber uçarlar. Sen karganın kartal ile uçtuğunu göremezsin.”

Bir gün Ankara’da bir sahte şeyh ile karşılaştık. Dedim “Efendim, etrafındakiler zayi oluyorlar.” Efendim Cennet Mekan’da buyururlardı ki “Hayıflanma oğlum, adam adamını bulur. Oda ona yakın da onun için yanında olur.” derdi.

Rabbimiz “De ki herkes kendine yakışan işleri yapar. Fıtratına uygun insanlarla hemhal olur.” buyuruyor. Cennet Mekan Abdullah Babam bu sahte şeyhler sahte hocalar için derdi ki “Yarın Mehdi Resul geldiğinde bu sahte insanlardan yüz bin kişinin kellesini vuracak.” derdi. Rabbim şerlerinden hıfzı muhafaza eylesin. Konuyla ilgili bir hadisi şerif okuyuvereyim. Efendimiz aleyhisselatü vesselam buyuruyorlar ki, “Bir topluluk içerisinde doksan dokuz kişi olsa doksan dokuzu da münafık olsa bir tane de içinde mümin olsa dışardan bir mümin gelse o yüz kişinin içerisindeki mümini arar bulur. İçerde doksan dokuz mümin olsa bir münafık olsa dışardan da bir münafık gelse o yüz kişinin içerisin de gider o münafığı bulur.” diyor. Rabbim muhafaza eylesin inşallah.

Tabi bunların böyle olması hakikat erbabının önüne perde çekmez. Güneş balçıkla sıvanmaz. Efendimiz aleyhisselatü vesselam buyuruyorlar ki “Allah’ın öyle kulları vardır ki siz onlar hürmetine rızıklanırsınız. Başınıza gelecek musibetler ve belalar da onlar hürmetine def olur. Onların içerisinde üç yüz tane ruh vardır ki Adem’in meşrebi üzerinedir. Onun ahlakı gibidir. Bunların içerisinde kırk ruh vardır ki Musa’nın meşrebi üzerinedir. Yedi ruh vardır ki İbrahim’in kalbi üzerinedir. Bunlardan üç ruh vardır ki İsa aleyhisselamın kalbi üzerine bir başka rivayette de bir ruh vardır ki Muhammed-ül Mustafa aleyhisselatü vesselamın meşrebi üzeredir.” İşte bunlar halk arasında üçler, yediler, kırklar dediğimiz meşayıhı kiram hazeratıdır. Bundan sonra ki sözü Abdullah Babama bırakıyorum. Cennet Mekan Abdullah Babam:

“Böylesi zatları bilmenin alametleri, nişaneleri var, derdi. Yeni ifadeyle kriterleri vardır.  Bunların şeriattaki alameti, bu konuşmalar hep internette vesaire de dinlendiği için insanların da bunu bilmesini istiyorum. Çünkü karganın arkasında gidiyorlar. Zira çöplüğe varınca akılları başlarına gelecek ki Rabbim onları da zayi etmesin.

Şeriattaki alameti vardır ki Kur’an ve Sünneti Rasulullaha harfiyen uyarlar. Haneleri herkese açık olur. Efendimiz aleyhisselatü vesselam gibi cömert olurlar. Bunlar şeriattaki alametidir.

Tarikatta alametleri vardır. Bu zatlar görüldüğünde Allah hatıra gelir. Söyleyeceğini, soracağı soruyu unutur. Onun bir sözünü duyduğu zaman o sözün direk kendisine tesir ettiğini fark eder.

Birde hakikatte alameti vardır. Bu mübarek insanların hakikatteki alameti kendisine sorulur. Sana bu vazifeyi kim verdi: Efendimiz aleyhisselatü vesselam sana manevi görev tevdi etti mi? Nasıl aldın bu vazifeyi?  Son nefeste imanla götürebilir misin? Kabirde Münker-Nekir’in yanında şefaatin var mı? Yarın mahşer sabahında Livaül Hamd Sancağına götürebilir misin? Yarın mizanda şefaatçi olabilir misin? Sırattan karşıya geçirebilir misin? Beş durakta sen bana yardım edebilir misin? 

Bir gün Efendim Hazretlerinin devamı olduğunu iddia eden bunu hala internette de yayınlayan, şeyhliğini ilan eden bir zatın, nasıl şeyh olduğunu öğrenme anlamında onun davetine gittik. Oturduk. Şeyh efendi gürlemeye başladı. Anlatıyor… Tabi kriterleri biliyoruz. İçimizden birisi “Efendi, son nefeste imanla götürmeye yetkin var mıdır” diye sorunca dedi ki “Hayır böyle bir yetkim yok.” diyoruz ki adamın adı kâmil olabilir de mürşidi kâmil olamaz. Böylesi insanlara böylesi insanlara itibar edilmez. Cennet Mekan buyururlardı ki “Zahirde nasıl insanı öldürene katil derlerse manevi olarak insanın yolunu kesene de katil derler oğlum.”

Dördüncü bir alameti daha vardır ki o zata sorulur. Marifette ki alametidir: Ey üstad! Ey şeyh! Sen daraldığım zaman bana yardıma gelebilir misin? Dahilek Geylani, dahilek Rufai, dahilek Abdullah Babam dediğimde sen gelebilir misin? Var mı sende böyle bir yetki? Var derse amenna değilse olmaz. Ondan kâmili mürşit olmaz. Bu söylediğim söze takılabilirler. Ama yine de söyleyeceğim. Efendimiz aleyhisselatü vesselam buyuruyorlar ki:

Ey ashabım! Siz daraldığınızda, sıkıntıya düştüğünüzde yahut da devenizi kaybettiğinizde şöyle deyiniz, ‘Ey Allah’ın dostları! Bana yardım ediniz.’

İmam Nevevi Hazretleri büyük hadis alimidir, “Bu hadisi şerifi duydum, garibime gitti. Bir gün pazar yerinde dolaşırken devenin birinin huysuzlandığını gördüm. Üzerimize doğru gelmeye başladı. Ne yapacağımı bilemedim. Derken bir anda aklıma hadisi şerif geldi. Dedim ki ‘Ey Allah’ın erleri! Yetişin ve şu deveyi durdurun’ E vallahi sanki önüne bir duvar çekilmiş gibi deve olduğu yere çakılıverdi. Dedim ki ya Rasulullah! Ne buyurduysanız hak ve hakikattir.” buyuruyor.

Bunlar “Rical-ül Gayb Erenleri”ne ait marifetlerdir.

Telefon açtılar dediler ki hocam bir bayan kardeşimizin epilepsi rahatsızlığı var. Kendisine ders verebilir miyiz? Dedim ki, “İnşallah dersini çeksin. Onlar nöbet geçiriyorlar. O nöbeti de geçirmez inşallah.” Kardeşimiz ders çektiği müddetçe herhangi bir kriz geçirmiyor. Dersini bir ay falan tehir etmiş. Bu kardeşimiz yolculuk yaparken otobüsün içerisinde kriz geçiriyor. Otobüs duruyor, kapılar açılıyor. Havalandırıyorlar. Derken kardeşimizi de arka koltuğa yatırıyorlar. Arka kapıdan nurani bir zat otobüsün içerisine biniyor. Çekilin diyor. Kız çocuğunu okuyor ve nefes veriyor, nefesliyor yani buna İslam’da rukye denir. Kız çocuğu kendine gelirken o hengâmenin içerisin de o nurani zat otobüsün arka kapısından tekrar dağın başında iniyor. Şu hacı abi okudu da kalktı falan derlerken ortadan kayboluyor. İşte o zat Abdullah Baba’dır. Evet, mürşidi kâmil budur. Söz ile mürşidi kâmil olunmaz. Evet, onlar vazifelerini yapıyorlar da bizler onların müntesibi olarak Üstadımız Abdullah Babamızın evladı olarak niye hak ve hakikate doğru yol alamıyoruz? Onlardan da bahsetmek istiyorum.

Geçen bir psikiyatrist yani bir profesör diyor ki kaba tabirle söyleyeyim, hani ruh hastalıklarıyla uğraşan doktorlardan bahsediyorum. O profesör, “İnsanın içerisinde bir canavar var. O canavarı eğitmedikten, tedavi etmedikten sonra insanın eğitimle falan düzelmesi mümkün değildir.” diyor. Hazreti Peygamber aleyhisselatü vesselam on dört asır önce sesleniyor, “Ey ashabım! En büyük düşmanınız iki çatınızın arasındaki nefsinizdir.” diyor. Aşk Eri Mevlana’mız, “Aklını başına topla da bir maneviyat erbabının eteğinden sıkıca yapış. İçindeki nefis denen ejderhanın boğazından sımsıkı yapış ki yarın kuvvet bulduğu zaman seni alt etmesin. Yadeyse doksan dokuz başlı ejderha seni kabirde sarıverir. İşte onun adına nefis derler” diyor.

En ufak bir beyaz eşya dahi alsak evimize ilk önce kullanma kılavuzunu açıyoruz bu nasıl çalışır, bu nedir ne değildir diye… Ancak insan denen hazreti insan denen bu varlığın nasıl bir varlık olduğunu hiçbir zaman anlamaya çalışmayız. Çocuğumuzun yemesini, içmesini, giymesini, düşünürüz de manevi olarak nasıl yetiştirilmesi gerektiğini bilemeyiz. İşte bu hususları Abdullah Babamın bize anlattığı şekliyle anlatmaya çalışacağız inşallahu Rahman.

Adem aleyhisselatü vesselamın şeklini Allah-ü Teâlâ tamamladı. Kuru bir testi gibiydi.  Sureti Adem’di ama kuru bir testi gibiydi ve Allah-ü Teâlâ “Adem’i yarattım, şeklini şemailini düzenledikten sonra ona ruh nefyettim.” diyor. Allah-ü Teâlâ, Adem aleyhisselama Cemal sıfatıyla ruh vermiştir. Ruhu nefyeder nefyetmez Adem aleyhisselamın belinden itibaren aşağıya kadar ayakucuna doğru kan yürüdü. Canlandı. Allah’ın Cemal sıfatıyla verdiği bir yönümüz var. Bu insanı ahseni takvime ulaştıran, Kâbe Kavseyn makamına ulaştıran bir yöndür. Sonra Allah-ü Teâlâ yedi kat cehennemin zulmaniyetine Celal sıfatıyla tecelli etti. Nefsi yarattı. Adem aleyhisselamın isteği üzerine onu da Adem aleyhisselama yükleyiverdi. Ruh ile nefis insanoğlunun bedeninde evlilik yaptı. O da (nefs) esfele safilin tarafıdır, insanın alçaklık tarafıdır. Bir yönüyle ulvi bir yönüyle de süflidir. Bu da Celal sıfatının tecellisidir. Onun için Rabbimiz şeytana diyor ki “Ya iblis! İki elimle Cemal ve Celal sıfatımla yarattığım Ademe seni secde etmekten alıkoyan nedir?” Çocuk doğar iki yaşına geldi mi benliği oluşmaya egosu enaniyeti oluşmaya başlar. İki yaşına geldiğinde eşyasını falan kıskanmaya, kardeşini kıskanmaya başlar. Akılbali olana kadar müsavi olur. Bu anlattığım mevzular farzı ayındır. Hepimize lazım olan şeydir. Anlatılan insandır. İnsanım diyene lazım olan şeylerdir. Allah-ü Teâlâ böyle tarif ediyor. Akılbali olana kadar ikisi eşit gider. İyi tarafı da kötü tarafı da eşit olur. Akılbali olduktan sonra hani buyuruyor ya Efendimiz, “Her insan İslam fıtratı üzere doğar. Annesi, babası onu ya yahudi ya putperest yahut hristiyan olarak şekillendirir ve yahut da ona göre yetiştirir.” İşte hangi tarafa doğru meylettiyse çocuk orada o istikameti kazanmaya başlar.

İlk basamağı nefsi emmaredir. Kafirlerin, münafıkların, putperestlerin hepsi bu nefsi emmarededir. Allah’ın “Mudil” ismi vardır. Mudil isminin mazharı olanlar bu makam da olur, buna da delalet ehli derler. Fatiha-yı Şerife’de “Ğayril mağzubi aleyhim veleddallin” derken biz bu dalalet ehlinden bahsediyoruz. Buna nefsi emmare denir. Yedi nefis meratibi Fatiha’nın içerisindedir zaten. Kâfirler, münafıklar burada dedik. Rabbimiz onlara diyor ki “Onların kalplerine, kulaklarına küfrü mührettik. Gözlerine de bir perde çektik. Büyük bir azap da onları bekliyor.” Kâfirler buradaymış. Birde Müslümanların “Benim büyük babaannemin de saçı kapalıydı. Aslında biz İslam’a karşı değiliz de haşa şeriata karşıyız.” diyenleri varya… Biz başörtüsüne karşıyız diyenler varya… Allah bizim namazımızı ne yapacakmış; Allah bizim kalbimize bakıyor değil mi diyenler varya, işte bunlar da bu nefsi emmare denilen hastalığa düşmüş kimselerdir. Onlar için de Rabbimiz bakın ne diyor “İnsanlardan ve cinlerden büyük bir topluluğu andolsun ki cehennem için yarattım. Kalpleri var anlamaz, gözleri var hakikati görmez, kulakları işitmez. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Onlar işte gafillerin ta kendileridir” Rabbim muhafaza eylesin. Eğer nefsi emmareden yukarıya tekâmül ederse derece alır, aşağıya doğru inecek olursa orada da dereke alır. Aşağısı derekedir. Dipsiz bir kuyu gibidir. İşte tırnak kadar çocuklara tecavüz edenler, kadınları kızları yakanlar, yüksek yerlerden atanlar, çoluğunu çocuğunu madur edenler bunların hepsi hani diyor ya psikolojik rahatsızlığı var diye işte nefis hastalıkları bu nefsi emmarededir. Peki, hocam buradan kurtulmak için ne yapmak lazım? Allah’ın hidayetine mazhar olmak lazım. Allah’ın hidayetine mazhar olabilmek için de vesilelere yapışmak lazım. Vesileye yapıştığı zaman insan, Allah hidayet etti mi alnı secdeye gelmeye başlar.  Allah-ü Teâlâ’yı anmaya başlar, kul olmaya başlar. Bundan sonrası dervişlere aittir, avamdan bahsetmek istemiyorum.

Dervişlerin seyrinden bahsetmek istiyorum. Derviş bir mürşidi kamile müntesip olduğu zaman dervişi iki türlü seyir bekler:

Birincisi bu adamın biraz inancında zayıflık var ise bu adamın basiret gözü açılır. Rasulullah Efendimizi görür, Kabe’yi görür. Ben şurada zikrullah yapıyordum, şunu gördüm bunu gördüm der. Eğer Efendime sımsıkı yapışacak olursa selametlikle bu hal üzere devam eder. Ama Cennet Mekan “Bu hal üzere olup da bozulmayanı ben pek görmedim oğlum.” derdi. Rabbim muhafaza eylesin. Bu hal üzere olanlar genelde bozulmaya, gevşemeye başlıyorlar. Zakirlerin etrafına toplanıyorlar ve diyorlar ki “Abi ben meydanda şunu gördüm. Efendim sana şunu söyledi, bunu söyledi. Adam da arkasına düşüyor, gidiyor...” Kardeşim beşinci makama kadar nefis karışır bu işin içine. İtibar olmaz ki. İkinci şekilde gidenler vardır ki gizli gidenlerdir. Basiret gözü kapalı olarak gidenlerdir. Bunlarda da gevşeme başladı mı insanda vehim hastalığına düşmeye başlar, en büyük sıkıntımız bu. Mevlana Hazretleri buyuruyorlar ki “Ahir zaman geldiğinde dağ gibi akıl sahipleri vehim ve hayal girdabına kapılmışlardır. Kötülük tufanı dağları aşarken Nuh’un Gemisine binenden başka kimse kurtulamaz. Vehim öyle bir hastalıktır ki hakikatin önünü kesti de ümmet yetmiş iki fırkaya ayrıldı.” Şöyle misal vereyim kardeşimiz diyor ki, “Abdullah Babam ile namaz kılıyorduk sünneti kılacaktık. Bir anda içimde Allah’a bir yakınlık hasıl oldu. Geçtim kendi kendime dedim ki ‘Niyet ettim senin rızan için namaz kılmaya’ diye. Tam niyet ettim Cennet Mekan bi döndü, kerameten benim içimden aldığım niyetime dedi ki ‘Evladım niyet ettim Allah rızası için namaz kılmaya diye niyet edeceksin. Yadeyse öteki nefsinden olur.’ dedi.” Anlıyor muyuz?  Şeriatı Ahmediye’den zerre kadar taviz veremeyiz. Çünkü kalbe gelen havatırlar vardır. Cennet Mekan buyururlardı ki içimizde olanları bak anlatıyor: Efendim Cennet Mekan, “Oğlum ruhun kapısı vardır. Ezan okununca hadi namaz kılmaya, sabah ezanı vakti geldi mi hadi kalk abdest al da namaz kıl, diyen içimizde ki bu ruhtur oğlum. İkinci bir kapı daha vardır ki buna nefis kapısı derler, hevacisdir, “Nefis şiddetli şekilde kötülüğü emreder” içimizdeki bütün tembellikler, içimizdeki hevacis kapısından gelir. Birde meleklerin ilham kapısı vardır. Abdullah Babam gibi zatların himmet ettiği kapı vardır ki buna ilham kapısı denir, “Müminlerin imanını kat be kat artırmak için Rabbin sekine indirir” diyor. O kapıdan gelir. Bir de visvas kapısı vardır, şeytan oradan üfler; “Vesvese veren hannas şeytanı”  şeytan oradan girmeye başlar. Cennet Mekan derdi ki bayan kardeşlerimiz de burada bu tür hastalıkların birçoğu da bayan kardeşlerimizde olur derdi. Cennet Mekan şeytanın tayfalarından bir tanesi evlatlarından bitanesi de velhandır, derdi. Velhan nedir Efendim, derdim. Evham hastalığına yakalattırır. Abdest alır bir daha abdest alır, ayağını yıkar bir daha yıkar, yıkadım mı yıkamadım mı? Evde temizlik hastalığına tutulur hiç durmadan suyu akıtır,  hiç durmadan sağı solu silmeye çalışır, derdi. Cennet Mekan, bu evham hastalığına yakalandı mı kurtulması zor olur, derdi. Evham hastalığına yakalananların da sonları çok sıkıntılı oluyor.  Nasıl kurtulabiliriz? Cennet Mekan derdi ki “Allah’ı çok zikredin oğlum, Allah’ı çok zikrederseniz bu şeytanı aleyhillanenin kapısı kapanır.”

Televizyonlarda görmüşünüzdür beş yaşında çocuk diyor ki ben bundan elli yıl önce falan adamdım, trafik kazasında öldüm, benim adım falan falandır… Bu çocuğu götürüyorlar, gidiyorlar, o çocuğa o adamın ailesini bulduruyorlar. Herkes on yaşındaki çocuğun etrafında oturuyor. Eski hayatında şuymuş diyorlar. Reenkarnasyon varya mirasçı bile kılıyorlar. On yaşındaki çocuğun da elini öpüyor, bu bizim babamız diye… Her insanın şeytanı var. Adam öldükten sonra onun şeytanı ayrılıyor, o çocuğun visvas kapısından başlıyor üflemeye. Çocuk konuşuyor. Ağzı dualı muhlis bi insan bi Ayet-el Kürsi okusa o çocuk kesilir, konuşamaz. Bununla da mal bulmuş mağribi gibi yok insan öldükten sonra bir daha gelirmiş, sen öl de nasıl geri geliyormuşsun bi bak bakalım. Allah-ü Teala meydan okuyor, mealen söylüyorum, “Çıkmakta olan ruhu geri katsınlar da göreyim” diyor. Rabbim bunlardan muhafaza eylesin. Derviş burada üstadına sımsıkı yapışacak. Şeriatı Ahmediye’den zerre kadar taviz vermeyecek. Efendimiz öyle buyuruyorlar, “Nefsinizi muhakkak hesaba çekiniz.” biraz önce          Hafız Osman kardeşim okudu. “Al bakalım kitabımı bir oku ne yaptığını hep içinde bulacaksın” diyor ayeti kerime. Onun için diyeceğiz ki “Ya Rabbi! Ya Rabbi! Dostlarının yolunda bizi daim kıl. Bizi nefsimize, hevamıza, hevesimize bırakma Allah’ım.” diye dua ve niyazda bulunacağız inşallahu Rahman. Üstadımız neyi veriyorsa alacağız inşallah.

Bakın bir hatırayı anlatayım: Efendim Cennet Mekan rahmetullahi aleyh ezanı Muhammediye okunduktan sonra hani diyoruz ya “Allahümme Rabbe hezihiddağvetid daemmeh” diye, Efendim bunun arkasından birde Fatiha-yı Şerife’yi okurdu. Fatiha-yı Şerife’yi okuduktan sonra Efendimiz aleyhisselatü veselamın ve Bilal Habeşi Hazretlerinin ruhuna bağışlardı. Bizde Efendimden bu şekilde öğrendik. Biz arkasına birde Abdullah Babamı ekliyorduk. Onun ruhuna bağışlama yapıyorduk. Ama hep diyordum ki “Acaba bunun hikmeti nedir? Cennet Mekan niye bu Fatiha-yı Şerife’yi okuyor?” Ve karşımıza şöyle bir durum çıktı:

Bilal Habeşi radıyallahu anh Hazretleri duvarın dibine oturmuş hüngür hüngür ağlıyor. Efendimiz aleyhisselatü vesselam “Ey Bilal! Ne seni böyle ağlatıyor, nedir derdin?” deyince, “Ya Rasulullah! Benim hiç çocuğum olmadı. Ben vefat ettikten sonra benim arkamdan Fatiha-yı Şerife’yi okuyacak kimse de yok.” diyor. Efendimiz aleyhisselatü vesselam bakın ne diyor, “Ey Bilal, üzülme! Bizden sonra öyle insanlar öyle güzel insanlar gelecek ki her ezanı Muhammediye’nin arkasında seni de Beni de Fatiha’dan eksik etmeyecekler” Rabbim şefaatlerine nail kılsın. Evet…

Sayu gayret ederse derviş nefsi mülhimeye ulaşır, “Nefse birtakım kabiliyet ve ilham edene and olsun” diyor. Artık derviş öfkeyi sabra çevirmiştir. Kibri tevazuya çevirmiştir. Yalanı doğruluğa çevirmiştir ve Allah’ın her dem kendisini gördüğünü, işittiğini bilmeye başlar. Hani diyor ya Efendimiz, “İhsan odur ki Allah’ı görüyormuş gibi ibadet ve taatte bulunmanız  Allah’ı görmeseniz de her dem Onun sizi gördüğünü bilmenizdir.” Derviş bu hal üzere olur ve yavaş yavaş görünenin gerisindeki hakikatleri kavramaya başlar. Bir misal veriyorum:

Kırmızı ışıkta duruyorsunuz. Yeşil ışık yanar, bir iki saniye sonra önünüzdeki araç gider. Devam edersiniz, elli metre ilerde bi bakarsınız ki ihtiyar bir zatın yavaş yavaş yolu geçtiğini görürsünüz. Tam siz oraya doğru gelirken o da kaldırıma çıkmış olur. Bakarsınız ki muazzam bir sevki ilahi var. Yapan biziz ama bide bizi sevk eden var ve derviş Ebu Bekir radıyallahu anh Hazretlerinin o durumunu yavaş yavaş müşahede eder. Nedir o, “Hiçbir nesne görmedim ki o nesnede önce Allah’ı sonra nesneyi görmeyim” diyor. Hakikatleri görmeye başlar. Tabi bu makama geldi mi derviş bir takım haller zuhur eder. Hu, Hu, Hu Allah telkin edilir. Bazı derviş kardeşlerimiz de böyle gece rüyalarında Efendim bize “Hu Allah” dememizi telkin etti, diye geliyor. Doksan beş yılıydı. Efendim Cennet Mekan’a biri geldi. Dedi ki “Efendim bana Hu esmasını okumamı telkin ettiniz.        Mübarek durdu, sonra tebessüm etti. Dedi ki “Oğlum, namazlarını kılmıyormuşsun da Hu olan Allah’a yönel demek istemişim sana. Yadeyse hu makam kim sen kimsin” dedi. Onun için bunlara da hiç aldırmamak lazım. İstikamet üzere yürümeye çalışmak lazım. Bu makamdayken kısmi olan bazılarında Rasulullah Efendimizi görme hali olur. Ama Cennet Mekan derdi ki “Ne kökü ne de dalı olmayan bir ağacın meyvesini görme gibidir oğlum. Fazla itibar olunmaz. Ancak üstadına sıkı sarılırsa belki Rasulullah Efendimize sorduğu sorudan cevap alır.”

Mevlana Hazretleri bu makamdayken şöyle bir hadise yaşıyor: Biri geliyor Mevlana Hazretlerine diyor ki “Efendim filan hadiste şöyle ek var diğer hadis de bu ek yok. Hangisi sahih?” Mevlana Hazretleri, “Şu anda kitap yanımda değil, medreseye gidelim, orada bakalım hadis kitaplarına” diyor. O sırada içeriye de Şems Hazretleri giriyor. Şems Hazretlerine soruyor. Mübarek de diyor ki “Niye sözün sahibine sormuyorsun?” Mevlana Hazretleri murakabe ediyor, soruyor. Cevabı verdikten sonra diyor ki “Üstadım Allah sizden razı olsun. E vallahi Efendimiz aleyhisselatü vesselamın bu hadisi şerifi sahabeyi kiram hazeratına okuduğu yeri gördüm elhamdülillah.”

Bunlar olur mu Hocam? Allah diledi mi neler olur, neler olur, neler olur. Rabbim ulaştırsın inşallah.

Nefsi mutmain makamına ulaşır itminan olan nefis demektir. Bu makama geldi mi kişi veli olur. Kabir haline vakıf olur. Bir kabrin yanından geçerken kabir ehli der ki, “Nereye gidiyorsun? Hiç selam sabah vermiyorsun?” Nasıl zahir de insanları görüyorsa manevi olarak da görmeye başlar. Kabir haline vakıf olur. Efendimiz aleyhisselatü vesselama İbni Ömer geliyor, “Ya Rasulullah! Mezardan biri çıktı. Bana dedi ki ‘Ey Abdullah bana bir su verir misin?’ Sonra iki tane siyah giysili kimse çıktı, ‘Yoluna devam et bunun su içmeye hakkı yoktur’ dedi ve azap ede ede onu kabre indirdiler” diyor. Efendimiz aleyhisselatü vesselam “O ebu cehildi, yanındakiler de zebanilerdi. Kıyamet sabahına kadar ona azap ederler. Senin bu gördüğüne de kabir haline vakıf olma derler.” diyor. Evet, bu makam böyledir. Bu makamda nagib ve nagibi nugabalık makamları tevdi edilir. Abdullah Babam, “Oğlum, ben nagibim iddiasında olan varsa, mezar taşını sök, bu mezarda bulunan adam hakkında bilgi ver de senin nagibliğini bileyim. Eğer adam cevap veremiyorsa o adamlara görev teberrüken verilmiştir. Makam olarak verilmemiştir.” derdi Cennet Mekan.

Bu makam da yine nefis kişinin arkasında kendisini takip eder. Asla buna kolaylık vermez. Abdullah Babamın bir hatırası vardır: “Oğlum, yine böyle seçimlere yakın bir dönemde ben Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerinin zakiriydim. Şu anda ismini vermeyeceğim Türkiye’de çok büyük bir cemaatin -rahmetli oldu- mutmain makamında vefat eden ders şeyhi bir zat vardı, onun dervişi. O zaman o zat da hayattaymış. Diyor ki Üstadımız bize dedi ki “Müslümanların partisi yüz küsur tane milletvekili çıkartacak.” Bende dedim ki “Benim Üstadım Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri on küsur tane milletvekili anca çıkartacaklar oğlum” dedi. Görelim bakalım dedi, diyor. Pazar günü seçim oldu. Pazartesi günü bu kardeşimizle karşılaştık. Bana selam vermedi. Çünkü Benim üstadımın dediği gibi on küsur tane milletvekili çıkarttılar. Mahcup bi halde bana selamı da kesti. Kafama takıldı Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerine sordum. Üstadım bu hal nasıl olur oysa o zat da veli, diye sorunca dedi ki “Oğlum bazılarının dürbünü beş kilometreyi gösterir, bazılarının dürbünü beş bin kilometreyi gösterir. Onun gönlünden öyle geçmiş de öyle görmüş. Oğlum ama hakikat penceresinden baktın mı hadise dediğimiz gibidir.” dedi diyor. Anlıyoruz değil mi? O hani ben şeyh oldum falan diyenler varya hep buralardan bakıyorlar. Onun için Rabbim ayırmasın, istikamette daim kılsın inşallahu Rahman. Çok anlatılacak mesele var vaktinizi de almak istemiyorum.

Bir üst makamı da söyleyeyim radiye makamına ulaştı mı insan bu makama ulaştı mı kırklar divanına girmeye başlar. Radiye makamına geldiği zaman bu makamda enteresan bir şey olur. Efendimiz şöyle anlatmıştı: efendimiz aleyhisselatü vesselama “İçinizden geçenleri açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi muhakkak hesaba çekecektir” ayeti inince sahabeyi kiram, Efendimizin evinin etrafına toplandılar, “Ya Rasulullah! O kadar ağır bir ayet indi ki biz bununla nasıl amel edeceğiz? İçimizden neler geçiyor neler” dediler. Efendimiz biraz durduktan sonra dedi ki “Ey ashabım! İçinizden bir iyilik geçerse bir sevap, o iyiliği yaparsanız Allah-ü Teâlâ on iyilik ve yedi yüze kadar karşılık verecek. Bir kötülük geçerse herhangi bir günah yok, eğer o kötülüğü yaparsanız sadece bir günah yazılır” ve devamında “Hiç kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemeyiz” ayeti kerimesi indi. Efendim “Beşinci makamın sonuna gelen kimseler kalplerinden geçenlerden mesul olur oğlum” derdi. Oysa Kuran âlimleri, uzmanları diyorlar ki nasuh-mensuh mevzuu vardır, neshedilmiş ayetlerdir. Abdullah Babam böyle söylediği için anlatıyorum. Bu makam böyledir, hala şunu anlatmıştı: Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerinin beşinci makamda bulunan bir dervişi varmış, isim vermiyorum. Yine kendisine bir bayan gelmiş daha doğrusu bir bayanı görmüş. Bayanın da dul olduğunu duymuş. Aklından, bu bayanla nikâh edebilirim inşallah, demiş. Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerinin yanına girince, “Falan efendi diyor Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri, senin dersini aldım. Senin bütün makamlarını aldım. Şimdi burayı terk edip gidebilirsin. Artık bizim hiçbir şeyimiz değilsin.” diyor. Beşinci makamda içinden sadece geçirdiğinden dolayı… Onun için ben şeyhim diyenler, uçanlar, kaçanlar bunlar öyle kolay işler değildir. Cennet Mekan elini sallardı. Hala bir şeyh efendi vardı da Efendimle Ankara’da beraber bulunmuştuk. Şeyh efendinin yanında dedim ki “Efendim o şeyh efendi Buharalı şeyh” dedim vefat etti. Ah oğlum şimdi gördü şeyhliği orda dedi. Onun için bu işler lafla olmuyor. Üç günlük dünyada bu tür şeylere tenezzül etmemek lazım. Züğürt adamın zenginim diye bağırmasına benzer bu.

Bir üst makama çıkar ki mardiyye makamıdır. O makama çıktı mı artık, “Allah'ın dostları için hiçbir korku yok mahzun da olmazlar” ayetinin muhatabı olur. Cennetle müjdelenenlerin makamlarıdır ve kendisi Hafız ismini ile taltif olunur, muhafaza altına alınır. Bu makama geldi mi kişinin şeytanı dahi ya iman eder yahut da kişiyi terk eder derdi Cennet Mekan. Efendimize soruyorlar “Ya Rasulullah! Herkesin şeytanı var diyorsunuz. Sizin de var mı” diyorlar. “Tabiki var” diyor Efendimiz aleyhisselatü vesselam, “Çocuk kız çocuğu doğarsa erkek, erkek çocuğu doğarsa dişi olaraktan cin taifesi verilir, şeytanlardan verilir kendisine” buyuruyor. “Ya Rasulullah! Sizin şeytanınız ne yapıyor”, Efendimiz aleyhisselatü vesselam “Eh, o da Benim imanıma takat getiremedi de İslam oldu” diyor. Bu anlatılanlar hikaye değildir. Bunlar bir mürşidi kâmilin yaşadığı ledünni ilimle aktardığı meselelerdir.

Sonra safiyet makamına ulaşır ki Efendimizin Miraç’da çıktığı o yolları ruhi olarak tekrar çıkar. Allah’a ruhu arz olunur. Ruhu arz olunduktan sonra fenafillah derler ki Allah'ın bütün sıfatlarında fani olur. İşte bu makama ulaşan kimseye derviş derler. Dervişlik makamı budur. Eğer bu zatların içerisinden bir mürşidi kâmil, peygamber varisi bir kimse seçilecek olursa bu zata kutbul aktab derler. Eğer bunların içerisinden bir başka, derecesi bi düşük olan seçilecek olursa Ebu Bekir Efendimizin varisi olarak gavsül azam derler. Eğer bir başkası seçilecek olursa sırrı hilafet makamı Hazreti Ali kerremallahu veche olur. Eğer Hazreti Ömer ile Hazreti Osman Efendimizin varislerine yani onların ruh hali gibi olursa onlara da kümmeleyni evliya derler. Bunlar tâ beşinci, altıncı makamdan itibaren seçilmeye başlarlar. Bunlara da Ricalül Gayb erenleri derler. Evet, Rabbim şefaatlerine nail kılsın inşallah. İşte Abdullah Babamız buraları hep geçen ve dervişlerini buralara ulaştırmaya çalışan bir hakikat erbabıdır.

Yav sizin üstadınız da vefat etmiş… O zaman şöyle bir misal vereyim. Hasan el Harakani Hazretlerinin dervişi hastaymış, geliyor: Evladım niye telaş ediyorsun? Can kuşu bedenden çıkacak diye korkuyor musun, diyor. Evet efendim, diyor derviş. Korkma, korkma bir şey olmaz. Biz ölsek, aradan otuz yıl geçse, biz yine geliriz de yine seni alır gideriz dünyada ki gibi. Bizim için o âlem bu âlem fark etmez evladım, diyor. Aslında mübarek büyük bir sır veriyor orada. Hasan el-Harakani Hazretlerinin dervişi iyi oluyor. Hasan el-Harakani Hazretleri vefat ediyor. Otuz yıl sonra o derviş hastalanıyor. Sekerat haline geliyor. Oğlu da başucunda bekliyor, “ve aleyküm selam efendim”, diyor babası. Oğlu diyor ki, “Hayırdır baba ne oldu?” “Oğlum, Hasan el-Harakani Hazretleri ile ahirete irtihal etmiş dervişler geldiler de gidecez dediler. Hakkını helal et.” diyor. Ruhunu teslim ediyor. Evet bir sohbetinde bulunmuştum, rahmetullahi aleyh Tahir Büyükkörükçü Hoca Efendi öyle diyordu, “Ben üstatlarımdan duydum. Mehdi Resul Konya’ya, Mevlevi dergâhına gelecek. Cehri olarak Allah’ı zikredecek. Biatları kabul edecek değerli Müslümanlar” diyordu. Geçen Cübbeli Ahmet Hoca Efendi de aynı mevzuları söyledi. Abdullah Babam bundan yıllar önce şöyle demişti, “Bazı mahrem mevzular var anlatamam onları ama Mehdi Resul illaki gelecek, illaki gelecek. Burada biatlar alacak. İslam dünyasının dirliği birliği beraberliği için burada muazzam kararlar alınacak. Bizim dergâhımızın ne olduğu o zaman ortaya çıkacak oğlum, göreceksiniz.” derdi Cennet Mekan. Evet. “Niye efendim böyle” derdim. Cennet Mekan derdi ki “Mirac’a çıktığında Efendimiz aleyhisselatü vesselama Allah-ü Teâlâ dedi ki “Ya Muhammed! (aleyhisselatü vesselam) Tayyibe’yi mi istersin, Dımaşk'ı mı istersin, Kınnesreyn'i mi istersin, dedi. Efendimiz aleyhisselatü vesselam Tayyibe yani Medine'yi Münevvere'yi isterim Ya Rabbi! Dımaşk (Şam) değil, Kınnesreyn (Konya) çift başlı kartalın olduğu yerde değil. Bu üç şehir beldeyi muhayyere oğlum, derdi. Cennet Mekan Alpaslan Hazretleri Anadolu'ya girdi. Konya'yı başkent yaptılar. Muhiddin el-Arabi Hazretleri Konya’ya geldi. Ertuğrul Gazi Hazretlerin manevi terbiyesi için biliyorsunuz kendisi bizatihi ilgilendi. On yedi yaşında Osman Gazi Hazretleri geldi. Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretlerinin dergahında Fatiha’yı şerifeler okudular ve dualar ettiler. Mevlana Hazretleri Devleti Osmaniye hayırlı mübarek olsun, dedi. Deccaliyet asrına kadar devam edecek, dedi. Konya’da karar aldılar, bizim hicretimiz dahi Konya’ya oldu oğlum. Mehdi Resul’de buraya gelecek. Bizim dergahımızın ne olduğu da o zaman ortaya çıkacak. En basit dervişimizin manen alacağı vazife kuru bir ağacın yanına vardığında Allah’ın izniyle meyve ver dediği zaman şakır şakır meyvesini verecek.” derdi Cennet Mekan. Rabbim ulaştırsın inşallahu Rahman. Ama tabi o zamana kadar aşk ve muhabbetle gitmek önemli. Aşk Eri Mevlana’mızdan bir misal daha vereyim, sözü bitirmek istiyorum. Mevlana’mız diyor ki Hazreti Osman-ı Zinnureyn Efendimiz hutbe irad etmek için çıktı. Sahabeyi kiram ve tabiinden insanlar vardı. Minbere çıktı. O “Elhamdülillahi Rabbil âlemin essalatü vesselamü ala rasulina Muhammed” diyordu (aleyhisselatü vesselam) Bütün sahabe hıçkırıklar içerisinde ağlıyordu.

Diyorlardı ki “Biz niye ağlıyoruz?”

Sonra içlerinden biri dedi ki “Görmüyor musun? Muhammedi nuru bezenmiş bir er görüyoruz karşımızda.

Evet kardeşlerim. O, Abdullah Babamın nurunu bezenmiş bir halde Mehdi’ye ulaşmayı cümlemize nasip ve müyesser eylesin inşallah. Allah hepinizden razı olsun. Hakkınızı helal edin. Allah’a emanet olun inşallah…