SORU ARA

SORULAN SORU

Yavuz Sultan Selim Han hakkında bilgi verir misiniz?

CEVAP

Yavuz Sultan Selim Han; Evliyaullahtan Mürşidi Kamil, İslâm halifelerinin yetmiş dördüncüsü, Osmanlı padişahlarının dokuzuncusu, İkinci Bayezid Han’ın oğlu, Sultan Süleyman Han’ın babasıdır.

Şehzadeliği döneminde devrin en seçkin âlimleri tarafından, din ve fen ilimleri tahsil ettirilmiş, İdareciliğe Trabzon valiliği ile başlamıştır. 1512 yılında  tahta çıkan Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri, altı yüz yirmi senelik imparatorluk tarihinde, yalnızca sekiz sene padişahlık yapmıştır.

Bu sekiz yıl içerisinde Çaldıran’da İran şahı İsmâil-i Safevî’yi mağlub ederek, bozuk inanışlarının yayılmasını önledi. İslamiyet’e büyük hizmet etti.

İran seferinde isyancı askerlere:

“Henüz hedefe varılmamıştır. Seferden asla dönülmeyecektir. Cihad için yapılan bu seferden ancak kadınlarını düşünenler dönebilir. İsteyenler, karılarının yanına dönerek entari giyebilirler. Ben düşmana karşı tek başıma da gidebilirim” diyerek atını düşmana doğru mahmuzlamıştır. O’nun tevekkül, teslimiyet ve her çarenin Allah (cc) olduğunu idrak etmesi, bir anda hadisenin seyrini değiştirmiştir. Şah İsmail kaçmış ve Çaldıran Savaşı büyük bir muzafferiyetle kazanılmıştır. Zaferden sonra Tebriz’e giren Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri, Dört Halife’yi zikrederek adına hutbe okutmuştur.

İslâm birliği yolunda ilerleyen Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri, Şam’a girince bazı İslâm büyüklerinin kabirlerini ziyaret etmiş, çok saygı duyduğu Muhyiddin Arabî Hazretleri’nin kabrini ziyaret etmek istemiş ama kabrin yeri bilinmediğinden ziyaret gerçekleşmemiştir. Çünkü asırlar önce, eserlerini yanlış anlayıp karşı çıkan bazı Suriye alimlerinin de etkisiyle kabri harabeye çevrilip kaybolmuştur. Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri, gece rüyasında Muhyiddin Arabî Hazretleri’ni kendisine şöyle derken görür:

“Ya Selim! Senin gelmeni beklerdim. Safa geldin, hoş geldin. Mısır gazanı sana müjdelerim. Sabahleyin bir siyah ata bin. O seni bana götürür. Beni hâk-i mezelleten (horluk topragından) kaldır. Bana bir türbe, bir cami ve imaret yapıver. Yürü işin rastgele, Mısır fethi müyesser ola!” Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri sabahleyin bir siyah ata biner. At gider, Salihiyye Mahallesi’nde bir yerde durup eşinmeye başlar. Orası açılınca büyükçe bir taş çıkar. Üzerinde Arapça olarak “bu Muhyiddin’in kabridir” yazısı görülür. Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri orayı temizleterek kabri ortaya çıkarır. Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin bir kerameti zuhur etmiştir. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri sağlığında iken: “Sin, Şın’a girince Benim kabrim bulunacaktır” demişti. Nitekim Sultan Selim Han Hazretlerinin Şam’a girişi ile Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin kabri keşfedilmiştir.

Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri; bir gün sırdaşı Hasan Can’ı huzuruna çağırtarak, ondan gece gördüğü rüyayı anlatmasını ister. Hasan Can, rüya görmediğini söyleyince Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri: “İnsan bütün gece uyur da rüya görmez mi?” diye ısrar eder. Bir şey hatırlamayan Hasan Can mahcûb olur. Daha sonra, bir vesile ile Kapıağası Hasan Ağa’nın bir rüya gördüğünü kendisinden öğrenir. Hasan Ağa rüyasını Hasan Can’a anlatır. Hasan Can da Yavuz Sultan Selim Han Hazretlerine aktarır: “Bu gece haram dairesi nur yüzlü kimselerle doldu. Sultan’ın kapısının önünde ellerinde birer sancak bulunan dört kişi duruyordu. En öndeki zatın elinde Sultanımızın sancağı vardı. O zat bana dedi ki: “Biz niye geldik bilir misin?”. Ben de: “Buyurun” dedim. Bana: “Şu gördüğün mübarek kişiler, Rasulullah (sav) Efendimizin ashabıdır. Hepimizi Rasul-ü Ekrem Efendimiz gönderip Sultan Selim Han’a selam söyledi ve buyurdu ki: “Harameyn’nin hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin” . Bu gördüğün dört kimseden birisi Ebu Bekr-i Sıddik, diğeri Ömer-ül Faruk, bir diğeri de Osman-ı Zinnureyn’dir. Ben de, Ali bin Ebî Tâlib’im. Bunu var, Sultan Selim Han’a müjdele” dedi ve aniden gâib oldular.”

Padişah’ın mübarek yüzü kızardı ve gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Dedi ki: “Ey Hasan Can! Sana demez miyiz ki Biz, bir tarafa memur olunmadıkça hareket etmeyiz. Ecdadımızdan her biri evliyalıktan nasibini almışlardır. Her birinin nice kerametleri vardır…”

Meğerki Sultan da gece aynı rüyayı görmüş.

Bu manevi işaretlerle takviye edilen Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri: “Hasan Ağa da divanda bulunsun! Tez sefer hazırlıkları başlasın!” der ve 1516 yılında Mısır seferine çıkar.

Ordu Gebze yakınlarından bağlık bahçelik bir yerden geçerken, Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri yeniçeri ağasını çağırtarak: “Ağa, fermanımdır; bütün askerlerin heybeleri yoklansın. Heybesinde bir elma veya üzüm salkımı çıkanlar huzuruma getirilsin” diye emretti.

Kontrollerden sonra yeniçeri ağası huzura gelerek böyle bir duruma rastlanılmadığını bildirince Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri çok sevindi ve : “Allah’ın bana haram yemeyen bir ordu nasib eyledin. Sana sonsuz hamd-ü senalar olsun” diye dua etti ve ağaya dönerek : “Ağa! Şayet askerlerim izinsiz meyve koparmış olsalardı Mısır seferinden vazgeçerdim. Çünkü haram yiyen bir ordu ile beldeler fethedilemez” dedi.

Mısır seferi zorluklar barındırmaktır. Korkunç Sina Çölü’nün geçilmesi gerekiyordu. Büyük bir askeri deha sayılan Napolyon bile, Yavuz Sultan Selim Han Hazretlerinden üç yüz yıl sonra bu çölü geçememiş, askerleri susuzluktan çıldırarak birbirlerini vurmuşlardı.

Paşalar ve askerde çölün nasıl geçileceğine dair tereddütler vardı. Sanki kumdan bir deniz olan çölde, sıcaklık gece eksi yirmi dereceye düşüyor gündüz de artı elli dereceye çıkıyordu.

Lakin Yavuz Sultan Selim Han Hazretlerinin azmi ve kat’î kararı ile çöle girildi. Bir müddet sonra Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri atından inerek yürümeye başladı. Askerî erkân bu hale şaşırmıştı. Hemen Hasan Can’a gelerek bunun hikmetini Sultan’a sormasını istediler. Çünkü atların bile kanının kaynadığı, zor ilerlediği bir durumda Padişah atından inmiş yürüyordu. Hasan Can merakla bu durumu Yavuz Sultan Selim Han Hazretlerine sordu. Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri: “ Hasan görmüyor musun; önümüzde Allah’ın Rasûlü Fahri Kâinat (sav) Efendimiz yaya yürürken biz nasıl at üstünde olabiliriz?”

İşte bu büyük muhabbet ve hürmetin bir bereketidir ki Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri ve ordusu, o korkunç Sina Çölü’nü bir bulutun gölgesinde on üç günde Peygamber (sav) Efendimizin ruhaniyetleri ile birlikte geçer ve 22 Ocak 1517’de Mısır’ı Ridaniye Savaşı ile kat’î olarak fetheder.

Mısır fethinde Melik Müeyyed Camii’nde okunan hutbede hatibin kendisinden  Hâkimü’l-Harameyni’ş- Şerifeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medine’nin hâkimi) diye bahsetmesi üzerine derhal hatibe müdahale ederek : “Yok yok bilakis hadimü’l-Harameyni’ş-Şerifeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medine’nin hizmetçisi)”  olarak düzeltmiştir.

Hutbenin ardından halıyı kaldırıp toprağa secde ile Rabbine şükretti. Hadimü’l-Harameyni’ş-Şerifeyn’liğini ifade etmek için de, sarığının üzerine süpürge biçiminde bir sorguç taktı.

Daha sonra mübarek beldelerin kazaskerliğini verdiği Pîrî Paşa’ya söylediği şu sözler de, onun Hazret-i Peygamber (sav) Efendimiz’e olan muhabbetinin samimi ve dervişane bir tezahürüdür:

“Paşa! Mekke ve Medine Padişahlığı Server-i Kâinat’ın evladı kiramı elindedir. Ben o memleketi asker ile varıp almadım. Onlar, kendi kemâlât, hüsn-ü edep ve ihsanlarından dolayı İslâm birliği yolunda bana itaat eylediler. Bu izzetin mükâfatı üzerime vacibdir. Hak Teâlâ’ya gece gündüz şükrederim ki, o mübarek beldelerde okunan hutbelerde ismim yâd olunur. Bu saâdeti cihan padişahlığına değişmem. Bu itibarla Harameyni’ş-Şerifeyn’nin halkına ne lazımsa esirgemeyesin. Ve sakın ola o iki mübarek beldenin umuruna müdahale etmeyesin!”

Mısır Seferi esnasında ordu, Konya’nın Çumra ovasından geçerken, mola verir. Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri etrafı dolaşırken bir ihtiyara rastlar. Sultan ihtiyara selâm vererek : “Uzak yerden geliyorum karnım aç. Yiyeceğin var mı?” diye sorar. Yaşlı zat ilerideki tencereyi göstererek : “Buyur” der. Sultan : “Ama yalnız değilim. Ardımda kocaman bir ordu var” der. Yaşlı zat gayet sakin bir şekilde: “Evladım, kaptaki aş hepinize yeter inşallah” diye cevap verir. Gerçektende bu kaptan bütün ordu karnını doyurduğu halde kapta yine de aş vardır. Bu olay karşısında hislenen Sultan, o yaşlı zatın duasını almayı ihmal etmez. Zafer sonrası dönüşte Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri bu zata uğrayarak bir isteğinin olup olmadığını sorar. Yaşlı zat: “Bir ikincisi olmadığı için mendilimi verir misin?” der. Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri önce şaşırır. Fakat muharebe esnasında mendiliyle yarasını saran kişinin bu yaşlı zat olduğunu anlamakta gecikmez. Çıkarır ve mendili iade eder.

Bu hadise Hakk Dostlarının, Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’nin samimiyetine karşı maddi ve mânevî tasarrufta bulunduğunun en bariz misâllerindendir.

Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri 10 Eylül 1517 tarihinde Kahire’den İstanbul’a dönerken : “Gönül ister ki, Afrika’nın kuzeyinden Endülüs’e çıkayım ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul’a döneyim!” diyerek doyumsuz fetih arzusunu dile getirirken, gerçek bir müslümanın ufkunu ortaya koymuş oluyordu.

Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri bir gün yeryüzünün genişliğini merak etmiş; getirilen bir haritayı inceledikten sonra haritayı atının ayakları altına atarak: “Bir hükümdar için eh, neyse... Ama iki hükümdar için az” diyerek atını şaha kaldırmış ve böylece ruhunda taşıdığı cihâd aşkını böyle ifade etmiştir.

Mısır dönüşü yolu üzerindeki Şam’a uğrayıp kabrini yaptırdığı Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin türbe ve camiini merasimle açmıştır. Türbedar ise keşfi bir sunûhât ile yanındakilere Sultanın artık fazla bir ömrünün kalmadığını ifade etmiştir.

Mısır’dan İstanbul’a doğru ilerleyen Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’nin ordusu, iki sene bir ay ve yirmi gün süren bir seferin yorgunluğu içinde idi. Bir ara geçtikleri bir bölgedeki susuzlukta bu yorgunluğa eklenince büyük sıkıntılar yaşandı. Hatta binitler bile telef olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri secde-i Rahmân’a kapanarak: “İlâhî! Bana ve askerlerime kolaylık ver!  Bize lütfunla muamele eyleyip rahmetini gönder Allâh’ım…” diye Cenab-ı Hakk’a ilticâ etti. Daha o anda gökyüzünü kuşatan rahmet bulutlarından yağmur yağmaya başladı. Susuzluk ve vereceği zararlar Cenâb-ı Allâh’ın lütfu ile bertaraf edildi.

Adana civarında yağmura tutulan ordu, tam bir çamur deryası içinde ilerlemekte idi.  Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’nin yanında ilerlemekte olan, devrin meşhur âlimlerinden Kemâl Paşazâde’nin atı birden ürktü. Atın ayaklarından sıçrayan çamur Sultan’ın üstünü baştanbaşa boyadı.  Kemal Paşazâde bu duruma oldukça üzüldü. Rengi attı. Bunun üzerine Sultan O’na dönerek: “Ulemanın atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için şereftir, mübarektir. Bu çamurlu kaftanı, ben ölünce sandukamın üzerine kapatın!” buyurdu.

İstanbul’a dönüşte Üsküdar’a gündüz vasıl olmuşlardı. İstanbul ahalisinin kendisini büyük bir tören ve tezahüratla karşılayacağını haber alan Sultan, lalası Hasan Can’ı çağırarak: “Hava kararsın herkes evlerine dönsün, sokaklar boşalsın ben ondan sonra şehre gireyim. Alkışlar, zafer takları ve iltifatlar bizi nefsimize mağrur edip yere sermesin!..” dedi.

Müteakiben İstanbul’a gelen Mısır Uleması ile Osmanlı Uleması, Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’nin Halife olmasını kararlaştırdılar. Daha sonra Halife III. Mütevekkil, Ayasofya Camiinde minbere çıkarak Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’nin hilâfetini ilan etti. Hırkasını çıkararak Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’ne giydirdi. Bundan sonra Osmanlı padişahlarına sultanlık sıfatı yanında ‘halife’ sıfatı da verildi.

Mukaddes ve mübarek emanetler İstanbul’a getirilerek, Topkapı Sarayında bir hücreye konuldu. Burada yirmi dört saat Kur’an-ı Kerim okutulması için kırk hafız tayin edildi. İlk okuyan da Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’nin kendisi oldu.

Osmanlı İmparatorluğunun hiçbir İslâm Devletine nasip olmayan altı yüz küsur senelik ihtişamı maneviyata verdiği ehemmiyetten kaynaklanmaktadır. Maddi ve zâhirî azamet ve ihtişamın temel sâikı, maneviyat âlemindeki sır ve hikmetlere riayettir.

Allah(cc) kendisine, peygamberlerine ve velîlerine hürmet ve tazîmde bulunanları âbâd eylemiş, onların dâhil oldukları topluma daîma rahmet indirmiştir. İşte Osmanlı böyle bir imparatorluktur!

Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri, çok sade bir hayat yaşadı. Az uyuduğu için geceleri genellikle kitap okumakla ve ibadetle geçirirdi. Her öğün tek çeşit yemek yerdi. Yemeklerde ağaç tabak kullanırdı. Pek sade giyinirdi. Dünyevî lezzetlerden hoşlanmazdı.

Bir elbiseyi iyice eskiyene kadar giyerdi. Bütün devlet erkânı da böyle davranmak zorunda kalırdı. Bir defasında Venedik elçisinin huzura çıkacağı haberi gelir. Bunun üzerine vezirler, tedirginlikle de olsa üzerlerindeki hayli eskimiş olan elbiseleri değiştirme ihtiyacı olduğunu Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’ne sadrazam aracılığı ile bildirirler. Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri : “Münasiptir” diye cevap verir.

Elçinin geleceği gün bütün vezirler huzura yeni elbiseleri ile çıkarlar. Görürler ki o koskoca Sultan yine o eski elbiseleri iledir. Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri tahtında oturduğu halde, tahtın basamağına da kılıcını koymuştur. Pencereden vuran ışığın etkisi ile kılıç, parıl parıl parlamakta ve gözleri kamaştırmaktadır. Bu durum karşısında vezirler utanıp şaşkın bir vaziyette kalırlar.

Elçiyle olan görüşme bitince Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri sadrazama bakarak: “Paşa, var elçiye sor bakalım; bizi nasıl bulmuştur?” der. Elçi: “O kılıcın parıltısı gözümü öyle aldı ki, kendilerini göremedim bile…” diye cevap verir.

 Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri tebessüm eder ve kılıcını göstererek sadrazama der ki: “Kılıcımızın ağzı kestikçe, kâfirin gözü ondan asla ayrılmaz ve bizi görmez. Ama Allah esirgesin, kılıcımız birgün kesmez olur ve parlamazsa, o zaman kâfir, biz hem hor görür hem de bize tepeden bakar.”

Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri mütevazı ve gururdan arî idi. Kuvvet ve kudretin, Allah’a mahsus olduğunu, kendisinin ise, zafer için bir vasıtadan ibaret olduğunu söylerdi. Nefs engelini aşamamanın korku ve endişesi içinde yaşardı.

Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri şöyle söyler:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş;

Bir veliye bende olmak cümleden a’lâ imiş!...

Böyle söyleyen Sultan, velilerin huzuruna girdiği zaman büyük bir edeb ve mahviyet gösterir, gerekmezse konuşmaktan bile imtina ederdi. Şam’da yetişen büyük velilerden Muhammed Bedahşi Hazretleri’ni ziyareti esnasında da aynı şekilde davranmış; “Sultanım, sadece dinlediniz. Ne hikmettir ki bir kelam bile sarfetmediniz?” diye soran devlet ricaline şu cevabı vermiştir: “Büyük evliyâullâhın meclisinde onlar konuşurken başkalarının konuşması –velev ki cihan padişahı da olsa-uygun düşmez. Biz sultan isek de, böyle maneviyat sultanlarının himmetlerine her zaman muhtacız. Şayet huzurlarında konuşmam gerekse idi, bunu belli ederler ve söz etmemi temenni buyururlardı.”

Muhammed Bedahşi Hazretlerinin de Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’ne olan teveccühü, Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri‘nden farksız idi. Ölüm döşeğinde bile Şam’ın ileri gelenlerini toplamış; “Sultan Selim Han’a itaatte kusur etmeyin. O, Allah katında övülmüş bir padişahtır. O, fetihle vazifelendirilmiş bir İslâm kılıcıdır.”

1520 Senesinde Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri, yeni bir sefere hazırlanmak için Edirne’ye gidiyordu. Babasının vefat ettiği Uğraş Köyüne gelmişti. Bütün ikazlara rağmen; “Benim canım kadınların ki gibi tatlı değil” diyerek sırtındaki sivilceyi koparır ve kanatır. Sivilce şirpençe çıbanıdır. Çıban azar ve büyük bir delik haline gelir. Öyle bir hal almıştır ki ciğeri delikten görülmektedir. Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’nin artık ahirete göç etme vaktinin geldiğini sezen Hasan Can, Sultanın yanına yaklaşır ve: “Padişah’ım, artık Allâh Teâlâ ile beraber olma zamanınız herhalde geldi” der. Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri Hasan Can’ın yüzüne hayretle bakar ve: “Hasan, Hasan! Sen beni şimdiye kadar kiminle beraber zannederdin? Cenab-ı Hakk’a teveccühümde bir kusur mu müşahede eyledin?” der. Bu sözler karşısında mahcub olan Hasan Can: “Hâşâ sultanım, ben öyle demek istemedim. Şu anki durumunuzun şimdiye kadar olandan farklı olduğunu beyan için ihtiyaten böyle cüret edebildim” der. Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri: “ Hasan! Sure-i Yâsîn’i oku!” buyururlar. Hasan Can yaşlı gözlerle tilavete başlar. Selâm Ayetine gelindiğinde Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri ruhunu teslim eder.

Yâ Rabb! Bizleri, Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri gibi bir taraftan cihâd yolunda cevvâl bir cengâver, diğer taraftan yüce huzurunda gözü yaşlı şükreden bir mü’min, ilâhi ve derûnî lezzetlere müstağrak bir derviş eyle!




Okunma Sayısı : 5733

Soru Tarihi: 7/4/2016

Yorumlar
Bu soruya ait yorum bulunmamaktadır.
Bir Yorum Yazın
Adı Soyadı *
E-Posta *
Yorum *