Sayfa Yükleniyor

Antep'e Yolculuk

Uzun bir yolculuktan sonra Bilal Nadir Hz.leri ile görüşmek için Antep’e geldim, fakat onu bulamadım. 

Kendisini orada tanıyan birkaç kişiye, nerede olduğunu sordum. Bilal Babanın köye gittiğini söylediler. Vakitte epeyce ilerlemişti.

Yatsı ezanları okunuyordu ve Bilal Baba köyden dönmemişti. Antep’e gelebilmek için on beş lira borç para almıştım. Gidiş yolu için, yedi buçuk lira harcadım. Geri dönüş için yedi buçuk lira param kalmıştı. Bu para sadece geri dönmeme yeterli idi. Aç olmama rağmen hiç bir şey yemedim. 

Yatsı namazını kıldıktan sonra, cemaatten birisi beni misafir eder diye bekledim. Fakat kimse halimi sormadı. En son imam da kapıyı çekip gitti. Ben de caminin yanında oturdum ve Allah’ı zikretmeye başladım. O sırada, gayet güzel sakallı, omzuna halı atmış, Allah dostu nurani bir zât yanıma doğru gelip;

─Vay Babamın kuzusu, Babamın oğlu, deyip beni kucakladı.

─Haydi, buyur seni eve götüreceğim, misafirim olacaksın, sende Bilal Babanın kokusu var, diyerek beni aldı ve evlerine gittik.

O zâta; Nevşehir’den geldiğimi, Bilal Baba’yı aradığımı, fakat görüşemediğimi söyledim. Bu arada evin hanımı sacın üzerinde, bazlama ve çörek pişiriyordu. Hem yol yorgunu hem de çok açtım. Fakat aç karnına sıcak çörek mideme oturur da rahatsızlanırım, diye düşündüm. Az bir şey yedim ve yatmak için odama çekildim. Lakin yemeği az yediğim için uyku tutmadı. Bu arada O zât da; açıktan gür bir sesle Kur-an’ı Kerim okuyor, namaz kılıyor, ibadet ve taat yapıyordu. Sonradan öğrendim ki, hafız bir insanmış. Bir ara O zât içeri gelerek:

─ Abdullah Efendi saat üç buçuk oldu. Teheccüd namazını da kıl. Ondan sonra istirahat et, dedi. 

Teheccüd namazını kıldıktan sonra yattık. O zât ise sabaha kadar hatim ile namaz kıldı. Sabahleyin namaza camiye gittik. Namazı kılıp eve geldikten sonra, saat dokuza kadar istirahat ettik. Bilal Babanın kaldığı eve beni misafir eden Hacı Hanefi Efendi ile beraber gittik.

Bilal Baba damın üzerine oturmuş, dervişlere vaaz ve nasihat ediyordu. Ben de dama çıkabilmek için merdivenlerden çıkarken Bilal Babayı gördüm. Sanki Rasulullah (sav) Efendimizi görmüş gibi oldum. “Allah” dedim. Tam o halin sarhoşluğu ile merdivenlerden düşerken yakaladılar. 

Bu arada Bilal Baba da, ben daha gelmeden evvel yanında bulunanlara:

─Az sonra buraya bir genç gelecek. O merdivenlerden düşmeden yakalayın, diye tenbih ederek kerametini göstermiş. Bu hadiseyi de, bana daha sonra anlattılar.

Bilal Babanın yanına oturdum. Güzel cemali karşısında mest oldum, elini öptüm. Mübareğin gözlerine bakınca kalbimden;

“Efendim beş tane çocuğumu bıraktım. Senin uğruna, aşkına geldim. Ne olur! Şu gözlerini bir öpsem”, diye düşünürken, o anda Bilal Baba kalbimden geçenlere vakıfmış. 

─Öp evladım öp, dedi ve iki gözünden de öptüm. “Elhamdülillah”

Mübarek ile kucaklaşınca; 

“Allah’ın evliyasının sakalı yüzüme değdi. Artık ben bir daha yüzüme jilet vurdurmam” diye kendi kendime orada söz verdim. O gün benimle beraber orada on kişi daha sakal bıraktı.

Daha sonra Bilal Baba, beni karşısına alıp dizini dizime dayadı, ellerimden tuttu, alnını alnıma dayadı, üç defa “La ilahe illallah” dedikten sonra,

─ Evladım sana yedi sahih üzere, Kadir-i dersi verdim”, dedi.

Dersi aldıktan sonra, Bilal Baba:

─ Evladım ismin ne?, dedi.

─ Abdullah, diye cevap verdim. Orada bulunanlar;

─ Bu muhakkak seyyiddir, Evladı Resuldür. Bilal Baba bugüne kadar hiç kimseye bu şekilde ders vermedi. Yanında birçok insanlar vardı. Onlar dahi bu şekilde ders almadılar, diye konuşuyorlardı. 

Bilal Babaya, Rufai şeyhi Hacı Mustafa Efendinin verdiği dersi de çektiğimi söyledim. 

Bilal Baba da bana:

─ Evladım, Hacı Mustafa Efendi, seyri sulükunu tamamlamış, Mürşidi Kamil bir zâttır. Türkiye’mizde tekdir. Önce O’nun dersini çek, sonra bizim dersimizi çek İnşallah, dedi. 

Bu arada vakit epeyce ilerlemiş, akşam ezanı okunuyordu. Orada bulunanlar bana namazı kıldırmamı söylediler. 

Ben de kendilerine; 

─Ben hafız değilim, ümmiyim. Burada hocalar var, hafızlar var onlar kıldırsın, dediysem de;

─Hayır, Abdullah Efendi, sen kıldıracaksın, dediler. O anda içimden;

“Ya Rabbi sen bilirsin, ben ümmi birisiyim. Benden imamlık yapmamı isteyenler âlim ve hafız kişiler, onlar gibi ilmim yok. Lakin Peygamber Efendimizin varisiymişim gibi benden imamlık yapmamı istiyorlar. Ne olursun beni mahcup etme”, diye dua ettim.

Namaza başlamak için tekbir getirdiğimde, vücudum bir anda büyüdü. Bulunduğumuz cami genişledi. Fatiha Suresini okuduktan sonra Vedduha’yı okumaya başladım. Vedduha’yı nasıl okuduğumu hatırlamıyorum. Sadece “Vedduha” dediğimi hatırlıyorum. 

Rükûya eğileceğimde, (alnım duvara değer) diye düşünürken aklıma; camide gördüğüm kazıklar geldi ve “değerse değsin” diyerek rükûya eğiliyordum. Ben her defasında rükûa ve secdeye eğildiğimde, hem cami genişliyordu hem de rükû ve secde yaptığım mihrap açılıyordu. Böylece vücudum ile birlikte ile camide genişliyordu. Bu şekilde namazı kıldırdım. Namazı tamamladıktan sonra tevhid okuduk. O an bende yine bir aşk, bir cezbe hali hâsıl oldu. Kendimi tutamadım. Tabi bunu orada bulunan kişiler de fark etti.

Zikrin sonunda ısrar ederek;

─ Siz seyyid misiniz? Evladı Resul müsünüz? diye sordular.

Ben ise halen; kıldırdığım namazı düşünüyor:

“Ya Rabbi eğer namazda ayetleri yanlış okusaydım hocalar beni ikaz eder, uyarırlardı. Onlar yanlışa tahammül edemezler, demek ki doğru okumuşum” diye içimden geçiriyordum.

Namaz kılarken yaşadığım o halin herkes üzerinde olduğunu düşündüm. Fakat kimse öyle bir şeyin mevzusunu dahi etmedi. Anladım ki, bu hal Allah-u Teâlâ Hazretlerinin vermiş olduğu bir lütuftu. 

Allah-u Teâlâ yarattığı ve yaşattığı her şeyin sahibidir. Kime ne murat etti ise o dem tecelli eder. Lütuf ve Kerem sahibi ancak Cenab-ı Zülcelal Hazretleridir.

O gün, Bilal Nadir Hazretleri ile epeyce bir sohbet ettikten sonra vedalaştık ve Nevşehir’e geri döndüm. 

Aradan on beş yirmi gün kadar geçmişti. Üstadımın hasretine dayanamadım. Ocağa bir adam tuttum ve arkadaşımla, beraber Antep’e gittik. Giderken de, Bilal Baba’nın ilahilerini çekelim diye yanımızda altı, yedi tane kaset götürdük. Niyetimiz bir hafta kalmaktı. 

Antep’in Danacık Köyünün girişinde indik. Yürür iken, at arabası ile bize doğru bir adam yaklaştı. Arabaya yonca yüklemişti. Bize;

─Herhalde Bilal Babayı ziyarete geldiniz. Fakat evinin yanına kadar giden yol çok çamurlu, üzeriniz batmasın. Buyurun, arabaya binin ben sizi götüreyim, dedi.

Peygamber (sav) Efendimizin doğum yıl dönümü olması sebebiyle bir gün önceden gitmiştik. Mübareğin evine yaklaştığımızda mahşeri bir kalabalık vardı. Bilal Baba, biz gelmeden önce, oradaki cemaate;

“Bugün, Nevşehirli Abdullah Efendi oğlum geliyor” diye kerametini göstermiş. (Bu hadiseyi bize daha sonra anlattılar.) Üstadımızın evine girdiğimizde, bizi içeri buyur etti, bir arkadaşı da yanına çağırdı ve Ona:

─Şu çantayı aç, içinden kaset çıkar, mevlit okunacak, ilahiler söylenecek, dedi. Ondan sonra pencereyi açtı, bana dönerek;

─Şu tepeyi görüyor musun? Orada, Sahabeden Ukkaşe Hazretleri vardır. Benim manevi liderimdir. Onu ziyaret et, oğlum Abdullah, dedi. 

Biz de, o mübareği ziyarete gitmek için gusül abdesti aldık ve dağa doğru tırmanmaya başladık. Bu arada diğer kalabalık, köyün etrafını dolaşarak dağa doğru gidiyorlardı. Yukarı vardığımızda, bize:

─Ya hu, siz ne yaptınız? Bu dağın yılanları meşhurdur. Bu güne kadar kimse çıkmaya cesaret edemedi. Size hiçbiri rastgelmedi mi? dediler. 

Biz de kendilerine;

─Hayır, hiçbir şey görmedik. Karşımıza ne bir yılan çıktı, ne de başka bir zararlı hayvan, diye konuşurken, bu esnada gayet iri ve heybetli gözüken bir meczup;

─Sizi kim gönderdi? diye sordu. 

Biz de kendisine:

─Bilal Baba, diye cevap verince; Öyle bir “Huu” dedi ki, sanki her taraflardan ses geldi.

─Demek Bilal Babanın misafirisiniz? Size hiçbir şey zarar veremez. Buyurun meydan sizin, dedi. 

Ukkaşe Hazretlerini ziyaret ettik. Dönüşte de, tekrar geldiğimiz yoldan geri döndük. Allah’ın izni ile ne bir yılan ne de başka bir zararlı hayvan karşımıza dahi çıkmadı. 

Bilal Babanın yanına vardığımızda, mübarek bize;

─Oğlum, Abdullah Efendi, doğru Nevşehir’e döneceksiniz, dedi. 

Bizde kendisine:

─Efendim, biz buraya bir haftalığına gelmiştik, mümkünse kalalım, diye cevap verdik.

Bilal Baba:

─Evladım, sizin gitmeniz gerekiyor. Allah razı olsun! Bizi memnun ettiniz, ziyaretimize geldiniz. Allah yolunuzu açık etsin inşallah, dedi. Bizde; 

─Üstadımız böyle uygun gördüyse bir hikmeti vardır, diyerek yanından müsaade aldık ve Fındık Ağası otobüsü ile Nevşehir’e geri döndük. Otogara indiğimizde, bir baktım, ağabeyim postaneye doğru hızlı hızlı gidiyor. Ağabeyime; Nereye gidiyorsun? diye seslendim. Ağabeyim de bana:

─ Ben de postaneye size telgraf çekmeye gidiyordum, dedi.

─ Hayırdır, ne oldu? dedim. 

─ Babam felç oldu, onu haber vermeye geliyordum. Hemen eve gidelim, dedi. Eve geldiğimizde, doktor bize: 

─ Babanızın durumu çok ağır, üç günü geçerse felçli bir halde hayatını devam ettirir. Ancak siz ölümüne hazır olun, dedi. Ve babamız birkaç gün içerisinde, 1968 yılında vefat etti. 

Bilal Baba’nın kerameti sayesinde babamı ölmeden görmüş oldum.

Yine bir gün, Nevşehir’den, Bilal Babayı ziyarete gittik. Hane-i saâdetlerine girdiğimizde kalabalık bir misafir topluluğu vardı. Gelen misafirlere ikram edilmek üzere, orada sürekli kaynayan buğday ve arpa kırmasıyla yapılan bir çorba pişiriliyordu. Bizler de yemek için bahçeye oturduk. Fakat hava kapalıydı. Bilal Baba’nın muhterem zevceleri hanımanne;

─Efendi, buraya seni ziyarete gelen insanları bahçeye buyur ettin, ancak yağmur yağacak, dedi. 

Bilal Baba, hanımanneye yemek yiyenleri işaret ederek:

─Bunların üzerine yağmur yağmaz, hacı hanım, dedi.

Aradan kısa bir süre geçtikten sonra yağmur yağmaya başladı. Etrafa sicim gibi yağmur yağarken, üzerimize bir damla yağmur dahi düşmemişti.

Nevşehir’de bir arkadaşım vardı. Kendisi trafik kazası geçirdi. Kazadan sonra idrarında sürekli damlama olduğunu, bunun için çok bizar kaldığını ve çoğu zaman idrarının damlaması yüzünden bir kapla dolaştığını söylüyordu. Bir gün kendisine; 

─Üstadım Bilal Nadir Hazretlerine giderken seni de götüreyim, hem senin rahatsızlığını söyleriz hem de hayır duasını alırsın, dedim.

Beraber Antep’e ziyarete gittik. Bilal Babama arkadaşın rahatsızlığını anlattım. Bilal Babam, mutfaktan ufak bir tabağa domatesi rendeleyip içine sirke koyarak, getirmelerini söyledi. Bilal Baba, arkadaşı karşısına aldı, ona okuduktan sonra, bizlere sohbet etti. Aradan bir müddet geçmişti ki, arkadaşım heyecanlı bir halde;

─Abdullah Ağabey, idrarım damlamıyor. Elhamdülillah, dedi ve çok sevindi. Ben de, Bilal Babama dönerek;

─Efendim, Allah razı olsun, arkadaşımın rahatsızlığı geçti, dedim. 

Getirmiş olduğum arkadaşım, oldukça zengin bir kişi idi. Nevşehir’de bir petrol istasyonu açacaktı. Yanında da yüklü miktarda para varmış. O rahatsızlığının geçmesinin verdiği huzur ile Bilal Babama dönerek;

─Allah sizden razı olsun, rahatsızlığım geçti, dedi ve parasını çıkartarak; 

─Efendim! Annenizin ak sütü gibi helal olsun, deyip parayı uzattı. Bilal Baba arkadaşıma şöyle bir tebessüm etti ve ekledi;

─Evladım paranı cebine koy! O parayı eğer biz alacak olursak, bu nefes bir daha şifa verir mi hiç! Şifa Allah-ü Teâlâ Hz.lerindendir. Bizler ancak vesileyiz, demişlerdi.

 

Efendi Hazretleri çay ocağını çalıştırdığı dönem içerisinde, her pazartesi günleri, yakınında bulunan hastaneye ücretsiz olarak çay götürür, oradaki hasta yakınlarına ikram eder, ilaç alamayacak olanların ilaç almasına yardımcı olur, onların sıkıntısı ile ilgilenirdi. Kendisine bunu niçin yaptığını sorduklarında ise onlara cevaben;

“Bu insanlar şifa aramak için buralara kadar gelmişler. Kimi gariban, kimi yoksul keşke elimde daha fazla imkân olsa da onlara sadece çay değil yemek de ikram edebilsem”, diye cevap verirdi. Yine, o dönem içerisinde Zeki isminde bir kişinin maddi yönden sıkıntıda olduğunu manen haberdar olmuştur. Bir gün bu kişiyi görür ve kendisine seslenir;

O da;

─ Buyur Abdullah Ağabey, diye cevap verir.

Efendi Hazretleri;

─Hayırdır, senin bir sıkıntın mı var? diye sorar

─Hayır, hiçbir sıkıntım yok, diye söyler.

Efendi Hazretleri;

─Kardeşim benden çekinme. Durumunun sıkıntılı olduğunu biliyorum nedir? diye tekrar sorunca o kişi şöyle cevap verir;

─Abdullah Ağabey çok dardayım. Kış geliyor, ne odun alabildim ne de kömür.

Efendi Hz.leri;

─Ayakkabının altı da delik mi? diye sorunca;

O kişi daha da şaşırmış bir halde;

─Evet ağabey maalesef, der.

Bunun üzerine Efendi Hz.leri o kişiyi yanına alarak odun ve kömürünü alır. Ayağına ayakkabısını alır. Kendisi de maddi yönden iyi durumda olmadığı halde o insana Allah rızası için yardım eder. 

Efendi Hazretleri yapmış olduğu iş her ne olursa olsun, önce o işte Allah’ın rızasını gözetir, ona göre davranırdı. 

Birgün Gülşehir tarafından Nevşehir’e gelen bir kişi Nevşehir’in üzerinden semaya doğru çıkan bir nur görür. Hayretler içerisinde kalır ve o nuru takip eder. Nihayet Bekir Efendi Camisinin çay ocağının üstünden nurun yükseldiğini görür. Bu arada Efendi Hazretleri de çay ocağını ışıklarını söndürmüş, sekiz on kişi ile beraber içeride Allah’ı zikretmektedirler. Nuru gören adam çay ocağının camına vurur. Adama kapıyı açarlar ve o adam şöyle der;

“Subhanallah, sizin zikrullahın nurunu ta Gülşehir’den gördüm, buraya kadar nuru takip ederek geldim.”

Yine Çay ocağı işlettiği dönemde, Efendi Hz.leri bir zabıta memurunun baskısı altında kalır ve Bilal Nadir-i Hz.lerine manen müracaat eder. Allah’ın izniyle Bilal Baba manen hadiseyi çözer. İşte bu durumu Efendi Hz.leri bize şöyle anlattı;

1965–70 yılları arasında çay ocağı çalıştırıyordum. Tabii gençtik, sakallarımız siyahtı. O sıralar sürekli dükkâna bir zabıta memuru gelir ve bana;

“Abdullah Efendi, sakalının teli çaya düşüyor, temizlik açısından uygun değil, yönetmelikte şöyle diyor...” gibi sözler sarf eder, günde üç-dört bardak çay içer, arkadaşlarına da içirir, kahve içerler, parasını vermezlerdi. Ben de bir şey diyemezdim. Ama zoruma gidiyordu. Kendimi haraç verir gibi hissediyordum.

Bu olaydan epeyce bizar oldum ve dua ettim. “Ya Rabbi sen bilirsin” dedim ve maneviyatı haberdar ettim.

Sabahleyin dükkânımı açtım. Zabıta memuru karşımda perişan bir halde duruyor ve bana dönerek;

─Sorma Abdullah Efendi başıma neler geldi. Öyle bir rüya gördüm ki, dedi ve rüyasını şöyle anlattı; 

─ Çok heybetli, yüzü nurani bir zât yanıma geldi ve bana bir tokat attı.

─Sen nasıl benim, Abdullah’ıma sıkıntı çektiriyorsun, onu sahipsiz mi zannettin? Senin ona yaptığın eziyetlerin hepsinden haberimiz var, O benim gözümün nurudur. O’nun çoluk, çocuğunun nafakasını nasıl yersin melun adam? dedi. Tokadı vurunca duvara çarptım, duvardan caddeye düştüm. Caddeden araba geçiyordu. Elbisem lastiğin jantına takıldı, epeyce bir sürüklendim. Sonra hastaneye götürdüler, “ölüyor” dediler ve kafama buz koydular, gözlerim karardı. Orada bulunanlar;

─Pek fazla ümit kalmadı, biz buna iğne veya ilaç tedavisi uygulayamayız. Bunun az bir ömrü var, fayda etmez, dediler. 

Onlar bu konuşmayı yaparken, perişan bir halde yatakta yatıyordum. Tam o sırada bana tokadı vuran nurani, güzel yüzlü zât geldi ve dedi ki;

─Bir daha Abdullah’ıma dokunmayacaksın, onu üzmeyeceksin ve onun işine karışmayacaksın. Eğer bu söylediklerimi yerine getirirsen, elimdeki şu iğneyi vuracağım, kurtulacaksın, dedi. 

Bende;

─ Aman Efendim tövbe ettim, pişman oldum, hatamı anladım. Bir daha Abdullah Efendiye karışmayacağım ve gidip kendisiyle helalleşeceğim. İçtiğim çay paralarını ödeyeceğim. Namaza başlayacağım, ibadet yapacağım. Yeter ki iğneyi vurun Efendim, deyince, bana elindeki iğneyi vurdu ve uyandım. Sabahleyin kalktığımda ter içinde kalmışım. Hemen üstümü giyindim, buraya koştum, geldim. 

─Abdullah Efendi, sen nereye bağlısın? Beni o hale getiren, o nur yüzlü zât kimdi? diye sordu. Kendisine:

─Sen bizi sahipsiz mi zannediyorsun? Bizim maneviyatımız var, bizi koruyanlar var. Nasıl zahiri asker varsa ve bir erin başına bir şey gelse, o ere komutanları sahip çıkar. İşte bunun gibi maneviyatında komutanları olur. Onlar da kendilerine bağlı olanları korurlar, muhafaza ederler. Sen de bize zulmettin, biz de seni maneviyata havale ettik. Şimdi anladın mı zabıta Efendi? deyince Zabıta:

─ Aman Abdullah Efendi, Allah beni affetsin, sen de affet. Çok pişmanım, tövbe ettim. Ne olur hakkını helal et. Buyur şu parayı da. Bu güne kadar içtiğim çay borçları, fazlasıyla var. Hakkım helal hoş olsun, dedi.

İşte gerçek Mürşid-i Kamiller, Allah’ın izniyle, kendilerine tabi olan kimselerin sıkıntı ve meşakkatlerine yetişir, himmet ve bereketleriyle o olayı hayırla bitirirler.

Yine, çay ocağı çalıştırdığım dönemde, oğlum Naci doğdu. Fakat çocuğun doğuştan, üst dudağının dışa bakan kısmı, burnuna kadar açıkta idi. Beş tane dişi dışarıdan gözüküyordu. Üç defa da ameliyat geçirdi. Fakat bir düzelme olmadı. 

Ben de, Naci’nin bu durumunu, Üstadım Bilal Baba’ya iletmeye karar verdim. Ancak, Naci çok küçük olduğu için yanımda götüremedim. Antep’e Üstadım Bilal Babayı ziyarete kendim gittim. Mübarek bizi “buyur” etti. Halimizi, hatırımızı sordu. Ben de kendisine, oğlum Naci’nin durumunu anlattım. Bilal Baba beni dinledikten sonra sağ elinin başparmağına tükürdü ve benim üst dudağıma meshetti. Sonra şöyle dedi;

“Evladım Abdullah Efendi, Nevşehir’e dönünce, Naci’nin dudağına kendi dudağından meshet, İnşallah” dedi ve dua etti. Daha sonra yanından müsaade aldım ve geldiğimde aynen Üstadımın dediği şekilde dudağını mesh ettim. Allah’ın izni, Üstadımın himmeti ile dudağındaki açıklık kapandı.

Bilal baba’nın himmeti her sıkıntı anımda bana yetişti. Bir başka yaşadığım olayda şöyle:

1964 yılında ortağımla birlikte İskilip’e deri satmaya gittik, oradan da Çorum’a geçtik. Çorum’da işlerimizi hallettikten sonra ortağımdan on beş lira para aldım. Kalan işleri halletmek için onu orada bıraktım. Ben de; Yozgat’a, Alaca’ya, Yerköy’e, oradan da alacakları tahsil etmek için Kırşehir’e geldim. 

Günlerden pazar olması münasebetiyle hiç kimseyi bulamadım. Bu arada ortağımdan aldığım on beş lira para da bitmişti. “Nasıl olsa burada alacaklarımızı tahsil ederiz” diye düşünmüştüm. Fakat alacaklarımızı toplayamadım. On sekiz saat aç dolaştım. Namaz vakitleri geldiğinde, namazımı kılıyor, “belki çarşı esnaflarından açık olanlar vardır” diye dolaşıyordum. 

Bu şekilde dolaşırken, sakallı bir kişi koşa koşa yanıma geldi:

─ Vay Efendi Babam! “Sana kurban olayım” diyerek, sarılıp ağlamaya başladı. Bir müddet sonra bu garip kişi elimden tutarak lokantaya götürdü. Yemeğimizi yedikten sonra otele götürdü. Tek yataklı bir odayı kiraladıktan sonra tekrar dışarı çıktık. Olup bitenlere bir anlam veremediğim için;

─Sen bunları niye yapıyorsun? diye sordum. O zât: 

─Efendim ben, Ahi Ervani Veli Hazretlerinin yanından geliyorum. O mübarek bana; 

─ Evladım, senin manevi baban geldi ve on sekiz saattir ağzına bir lokma dahi koymadı. Sen şimdi doğru Abdullah Efendi’nin yanına git. Onu ağırla, ikramda bulun, karnını doyur, dinlenmesi için bir otele götür, harçlığını ver” dedi.

─Peki, Efendim, dedim. Fakat baktım ki siyah sakalınız var ve gençsiniz.“Bu yaşta bir insan, benim nasıl manevi babam olur”, diye düşünürken, bu esnada Bilal Nadir Hazretleri geldi; “Elimin tersiyle bir vurursam, ağzın döner. Tokat yemeden yürü git”, dedi. Koştum geldim, ne olur hakkınızı helal edin, dedi. 

Kendisine; 

─Bu makama nasıl geldin? diye sordum. Adamcağız şöyle anlattı:

─Efendim, ben aslen, İzmir’in, Konak İlçesindenim. Orada, evim, ailem, kızım, oğlum vardı. Onları bir trafik kazasında kaybettim. Ben de terk-i dünya ettim. Dünyalığın gelip geçici olduğunu anlamıştım. Birgün rüyamda, Yunus Emre Hazretleri’ni gördüm. Beni Eskişehir’e çağırdı. Bunun üzerine Eskişehir’e gidip, kabrini ziyaret ettim. Manen, mübareğin sağ ayağını Eskişehir de, sol ayağını da Karaman’da olarak müşahede ettim. 

Yunus Emre Hazretlerine; 

“Efendim, bunun hikmeti nedir? diye sordum.

O’da; 

“Evladım, üç ay burada kalacaksın, üç ayda Karaman da kalacaksın” dedi. 

Üç ay sonra Karaman’a gittim. Orada kalırken Mevlana Hazretleri Konya’ya gelmemi söyledi. Konya’da üç ay kaldım. Sonra Hacı Bektaşi Veli Hz.lerine gitmemi söylediler, üç ay da orada kaldım. Daha sonra, Ahi Ervani Veli’ye gitmemi söylediler. Şimdi buradayım, amelelik yaparak rızkımı temin ediyorum. 

Artık, sen benim manevi babamsın. Maddi durumun da iyi değil, biliyorum. İzmir’de bir evim var. Tapusunu sana vereyim. Senin olsun, dedi.

─Yok, kardeşim, ben bir şey istemem. Allah senden razı olsun, dedim.

Bu tanıştığım zât ile oradaki bulunan Allah dostlarının kabirlerine ziyaretlerde bulunduk. Epeyce bir sohbet ettik. Gece saat üçe doğru otele döndüm. Sabah saat on civarında otelden ayrıldım. Hemşerilerimi bulup onlardan elli lira para aldım. Tanıştığım zâtın verdiği adrese gittim. Fakat o adreste bulamadım. 

Oradaki işlerimi bitirip Nevşehir’e geri döndüm. Birkaç ay aralıklarla onu görmek için gittiğim halde, onu bir daha göremedim.

 

Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks)Hazretleri, Bilal Nadir Hazretlerinin manevi terbiyesi altında yetişmeye başlamış, her hal ve hareketiyle, Verese-i Peygamber olan üstadına tam bir teslimiyet örneği göstermiştir ve Bilal Nadir Hazretleri de ondaki cevheri görüp, kendisi vefat ettikten sonra kamil bir üstada gitmesini ve bu şekilde Allah’a vasıl olacağını işaret etmiştir. Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri bir yandan manevi yoldan ilerlerken, diğer yandan, insanlara bu yolun hak ve hakikatini anlatıyor. Onlara elinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışıyordu.

Efendi Hazretleri, Bilal Baba’nın kerametlerini anlatmaya şöyle devam etti.

Nevşehir’de bir arkadaşım vardı. Bu arkadaşımın oğlu ruh hastasıydı ve doktorlarda tedavisinde pek bir gelişme sağlayamadılar. Arkadaşım da o dönemlerde alkol bağımlısıydı.

Ben de kendisine;

─Sizi üstadıma götüreyim. Allah’ın izniyle, İnşaallah sen alkolü bırakırsın, oğlun da şifa bulur, dedim.

Arkadaşım da bana: 

─Bizi muskacıya mı götüreceksin?, dedi. 

─Hayır, benim üstadım Mürşidi Kamil bir zâttır. İnşaallah faydalanırsınız.

Daha sonra Adana üzerinden Antep’e gittik. Bilal Babanın yanına vardığımızda; 

─Efendim, bu arkadaşım, alkol bağımlısı, bir dua etseniz de şifa bulsa, dedim. Mübarek de arkadaşıma dönerek;

─Evladım, Allah-ü Teâlâ Hazretleri içkiyi haram kılmış. Allah’ın verdiği o güzel ağza haram girmesi iyi olmaz. Seni okuyalım, inşallah bu illetten kurtulursun, dedi. 

Mübarek zât, arkadaşımı karşısına aldı. Dua okudu ve daha sonra “Huu” dedi. 

Bilal Babanın “Huu” diyerek üflemesi ile beraber, arkadaşımın üzerinde bulunan gömleğin düğmeleri tek, tek çözüldü. Bilal Baba o mübarek elini kalbinin üzerine koydu. 

─ Bir daha içmeyesin inşallah, tamam mı? dedi. İkimizde şaşırıp kalmıştık. 

Bilal Baba, arkadaşı okuduktan sonra dedim ki; 

─ Efendim, oğlu da çok rahatsız, bir türlü iyi olamadı. Sürekli ruhi bunalım geçiriyor, hareketlerini kontrol edemiyor. Şifa Allah-u Teâlâ Hazretlerindendir lakin siz de mübarek nefesinizle okuyup şifa bulmasına vesile olursanız memnun oluruz, dedim. 

Daha sonra Bilal Baba, çocuğu yanına çağırdı; 

─ Evladım, bu çocuğu üç defa okumamız gerekiyor, dedi. 

Bilal Baba çocuğu o gün sabah, öğle ve akşam olmak üzere üç defa okudu. “Elhamdülillah”, çocuk şu anda gayet akıllı, sıhhatine kavuştu. Büyüdü, evlendi. Nevşehir’de resmi bir dairede çalışıyor. 

Allah, kendisinden razı olsun, mübareğin pek çok kerametlerini gördük.

 

Bizim görmediğimiz ancak görenlerden dinlediğimiz ve hepimizi hayretler içinde bırakan bir olay şöyle gerçekleşmiştir;

Bilal Nadir Hazretleri Konya’ya, Mevlana Hazretlerini ziyaret etmek için geldiklerinde birkaç kişi ile beraber otele yerleşirler. Bir müddet istirahat ettikten sonra Mevlana Hazretleri’ni ziyaret etmek için yürüyerek türbeye doğru yaklaşırlar. Tam bu esnada karşılarına, uzun boylu, sakallı, baba yiğit bir insan gelir. O gelen kişi Bilal Babanın yanına, bir erin generale karşı saygısı nasıl olur ise, o şekilde yaklaşır saygıda kusur etmeyerek şöyle der;

─ Efendim, Mevlana Hazretleri buyurdular ki; 

“Üstadım Şems Hazretlerini ziyaret etmeden bizi ziyaret etmesinler. Önce O’nu ziyaret etsinler, daha sonra bizim yanımıza gelirler, İnşallah” Bunun üzerine Bilal Baba o gence;

“Peki” der ve önce Şems Hazretlerini ziyaret etmek için camiye girerler. 

Orada iki rekât namaz kıldıktan sonra türbe-i şerifleri caminin içerisinde olan Şems Hazretlerinin sandukasının yan tarafından asıl yatmış olduğu kuyuya geçişin kilitli kapısına yönelirler.

Bu arada Caminin hizmetinde görevli olan Ömer Efendiye, Bilal Babanın dervişlerinden bir tanesi şöyle der:

─ Biz, Şems Hazretleri’ni ziyaret etmeye geldik. Üstadımız Bilal Baba ziyaret etmek istiyor, kapıyı açar mısınız?

Ömer Efendi de o dervişe:

─Buranın anahtarı bizim elimizde değil, belediye tarafından kilitlenir. Onlar anahtarı götürür, temizlik günlerinde anahtar gelir, biz de temizleriz, der.

Bu arada Bilal Nadir Hazretleri bir iki saniye gibi kısa bir süre gözlerini yumup, kalbi üzerine huzur eder ve başını kaldırır. O anda kilitli olan kapı, alenen açılır. Bir kapıyı açmak için anahtarı çevirdiğinde nasıl ki, kuvvetli bir şekilde ses çıkar ise aynı o şekilde açılır.

Camide bulunan herkes bu olanları şaşkın bir şekilde seyreder.

Caminin hizmetinde bulunan Ömer Efendi de hayretler içerisine düşmüş bir şekilde:

─ Bu zât kimdir? diye sorar.

Dervişler de:

─ Üstadımız Antepli Bilal Nadir Hazretleri, derler.

Caminin hizmetlisi Ömer Efendi hayretler içerisinde:

─ Efendim, buraya daha önce Medine’den Hacı Ali Rıza Kaşıkçı Efendi, Sivas’tan İsmail Hakkı Efendi, İstanbul’dan Süleyman Hilmi Tunahan Hoca Efendi, Mahmut Sami Efendi, Mehmet Zahit Kotku Hazretleri, Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri geldiler. Fakat ben böyle açık saçık bir kerameti hiçbirisinde görmedim, diyerek ağlamaya başlar. Mübareğin bu kerametini camide bulunan herkes şahit olmuşlardır. 

Yine Bilal Baba’nın dervişlerinden şoför olan bir kişi, bir kafileyi geziye götürürken Nur Dağı'nda bir ara direksiyon hâkimiyetini kaybedip otobüsü kaydırır ve dağa doğru kayarken, şoför sadece “DAHİLEK” deme fırsatını bulur. O esnada otobüsün ön camında bir el belirir. İçeride bulunan kırk kişi de eli görür. Daha sonra Bilal Baba şoföre;

“Korkma evladım geri geri sür” der ve kurtulmaları imkânsız bir kazayı Allah’ın izni, evliyasının himmeti ile atlatırlar. Otobüsün içindekiler şoföre;

─ Kaptan, sen bir ara DAHİLEK diye bağırdın. O camda beliren el kimindi? Allah aşkına söyle, derler; Şoför şöyle söyler;

─ O benim Üstadım Antepli Bilal Nadir Hz.leridir. Siz sadece elini gördünüz. Ben ise buraya geldiğini bize yardım ettiğini gördüm, deyince; Otobüsün içerisindekiler şoföre; 

─ O halde bizi önce O mübarek zâtın yanına götür. Kendisi ile muhakkak tanışmak istiyoruz, derler. Şoför yolunu değiştirip Antep’e doğru yönelir. Bu arada Bilal Baba Hz.leri Antep’te, tarlasında ekin ile uğraşırken, yanındaki dervişlerine;

─ Çalışmayı bırakın. Bugün misafirlerimiz gelecek, hazırlık yapın buyururlar. Pilavlar pişirilir ve bir müddet sonra kırk kişilik kafile Bilal Baba Hz.lerinin dergâhına gelir. Orada bulunan kırk kişi de Bilal Baba’ya intisap edip dervişi olurlar.

Antepli Bilal Nadir Hz.leri, himmeti bol, kerameti açık, eşine az rastlanır, güzide Evliyaullahtandı. Hatta bir sohbetlerinde şöyle söylemişlerdir;

“Bizden; zorda kaldığınızda, sıkıştığınızda, himmet istediğinizde eğer yetişemezsem; ben sizin değil merkeplerin şeyhiyim” diye söyler, İndi İlahideki kıymet ve nazarının ne denli çok olduğuna dikkat buyururlardı.

Bilal Nadir Efendi Hazretleri'nin bizim bildiklerimizin yanında, daha bilmediğimiz birçok vakıf olamadığımız kerametleri vardır. Allah(cc) bu kerametleri görüp feyiz alanlardan ve bu yolun yolcularından eylesin, inşallah.

 

Bilal-i Nadir-i Hz.lerinin Vefatı

 

Bilal Baba (ks) Hazretleri yetmiş dört yıllık ömrü hayatında Hakkın yılmaz sesi, garip kimselerin sığınağı, vatan ve milletin saâdet membaı olmuş. Olması istenilen hayır öğütlü bir zât idi. Yüzüne bakıldığında Allah ve Resulü hatıra gelir. Allah’ın rahmetinden ümit kestirmez, azabından emin kılmaz, Sadık ve Salih bir zât idi.

Her fani gibi O da yetmiş dört yıllık şerefli bir hayatın ardından dar-ı bekaya intikal etti. Vefat tarihi (22 Aralık 1969) yılıdır. Allah, yüce velinin himmetine cümlemizi nail eylesin.

Bilal Baba’nın vefatının ardından yaşadığı olayları Efendi Hazretleri şöyle anlatır:

Bilal Baba vefat edince O’nun hasretine dayanamayıp günlerce ağladım. Bilal Baba vefat etmeden önce;

“Evladım Allah’a vasıl olabilmek için, insana muhakkak Mürşid-i Kamil gerekir. Biz vefat ettikten sonra kendinize bir Mürşid-i Kamil arayın” nasihati üzerine istihare yaptım. Rüyamda Âdem (as), Zekeriya (as) ve Hızır (as) bana;

“Evladım Abdullah senin dosyan Çorum’a havale oldu” dediler.

Bundan sonra yoluma Rufai Şeyhi olan Hacı Mustafa Efendi Hazretleri ile devam edecektim.